DENEME; M.S.Aslankara; BENİM DİL DEVRİMİM

BENİM DİL DEVRİMİM…

M.Sadık Aslankara

Cumhuriyetimizin paydaşı yurttaş olarak sahiplendiğimiz, sahiplenmeyi sürdüreceğimiz bir Dil Devrimimiz var elbette, ne ki bunun yanında her birimizin kendi dil devrimini ayrıca yapmış, bunu sahiplenmiş, kararlı duruşla tutumunu dışa yansıtmış bireyler olmamız gerektiği gerçeği de göz ardı edilmemeli hiçbir zaman.

Tıpkı her birimizin birer Atatürkçü olsak da bunu kendimizde yeniden yaratmanın bir zorunluluk olarak alınması gerektiği düşüncesine benzer biçimde. Bu önerme dizilişini sözgelimi bir devrim olarak Anadolu Aydınlanması için de, sosyalist devrim ya da bunların yerine konulabilecek daha başka kavramlar için de öngörmek olası pekâlâ.

O zaman bu devrimler kadar ya da en az bu oranda içimizde taşıdığımız “ben”lerin kendi devrimleri de bir o denli önem taşıyacaktır. Öyle ya kişi kendi içinde dil devrimini acaba ne ölçüde sahiplenmiş, bunu bir gerçeklik olarak yaşamına yaymıştır? Atatürkçülüğü sahiplenmiştir de Mustafa Kemal acaba hangi değerleriyle ne ölçüde, ne kadar yaşıyordur kişide, Anadolu Aydınlanmasının taşıyıcısıdır diyelim, ama kendisi bu devrimin ne kertede ardılıdır, bir sosyalizmdir tutturuyor olabilir kişi, peki kendisi, acaba sosyalist midir gerçekten?

Ben sözü kendi dil devrimime getirmek istiyorum.

Benim dil devrimim babamla başladı diyebilirim.

Babam Abdullah Hilmi Aslankara (1893-1982), Balkan Savaşında o büyük bozgunu yaşamış, sonrasında Çanakkale diklenişinde yer almış, ardı sıra İngilizlerin tutsağı olarak Arap çöllerinde kalmış, dönüşte Mustafa Kemal’in Kuvayımilliye’sinde Kurtuluş Savaşının sonuna yani “kurtuluş” gerçekleşene dek on bir yıl boyunca askerlik yapmıştı. Osmanlı’dan cumhuriyetin kuruluşuna geçen devrimde bu kez “kuruluş”ta öğretmen olarak görev başına geçmişti.

1958’de yaş sınırından emekliye ayrılana dek babam cumhuriyet öğretmenliğini sürdürürken, onun evimizin en değerli köşesinde kendine yer bulan kitapları, bu yıllardan başlayıp gitgide genişleyen ilgiyle benim dünyamda da yer buldu, derken öteki yayınlarla birlikte tüm yaşamıma katılıp yayıldı. Meslek kitapları yanında cumhuriyetin devrimlerini anlatan, bu konuları geliştirmeye çabalayan ufuk açıcı yayınlardı bunlar daha çok. Özellikle dergiler de ilgimi çekiyordu çeşitlilikleriyle. Bunlar arasında Ankara Halkevi’nin Ülkü’sü, Terbiye özellikle dikkatimi çeker, anlamasam da kimi göz atar ya da okur kimi de salt sayfalarını karıştırırdım.

Birkaç yıl sonra benim de dergi ardıllığım başlayacaktı, ama yaşamımda olmazsa olmazlaşacak dergi yolculuğumun ilk kez bunlarla başladığını söyleyebilirim.

Anadolu Aydınlanmasının öncüleri, Dil Devriminin yaygınlaşması konusunda öğretmenlerin rolünü, bu yönde halk katmanlarındaki işlevini öne almıştı, bu nedenle Türkçenin Osmanlıca, ama özellikle Arapça karşısında bağımsızlığının somutlaştırılıp yaygınlaştırılması, gündelik yaşanırlığa kavuşturulması, yani kullanılır olması, bunun sonucunda laikliğin anbean yaşama katılması yolunda öğretmenlerin toplum içindeki kararlı adımlarından yararlanıyordu. Böylece Arapçaya, Arap ideolojisine, yanı sıra toplumu baskılayan dinsel dogmalara, hurafeye karşı Türkçenin katkısı sağlanırken bu yolla toplumun bilinçlendirilmesi, aymazlığın geriletilmesi, bilimsel bakışa kapı açılması doğrultusunda dil, önemli dayanağa dönüşüyor, böylelikle toplumun önünde yeni bir ufuk açılmış oluyordu.

O günlerin andığım, anamadığım bu nitelikteki dergilerinin hemen bütün sayılarında Arapça sözcüklerin karşılıkları gösteriliyor, insanımızın Osmanlıcanın etkisinden çıkması için bir an önce bu dilsel devrimin yaşama katılması gerektiğinin altı çiziliyordu. Bu arada dile dönük kimi uyarılar, özellikle dikkatimi çekiyor, zihnimde yaratıcı çalkanmalar yaratıyordu alabildiğine. Bunlar arasında unutamadığım bir uyarı, belleğimde kaldığınca, dilde yenileştirme sırasında, Arapça sözcüklerin Türkçe karşılıklarını getirirken bunun Arapça dil kurgusu eşliğinde, egemenliğinde yapılmaması, sözcüğün Türkçenin bütünlüğüyle uyumlu, onun dil yapısına uygun kullanılması gerektiği biçiminde altı çizilmişti ki, bu beni o yeniyetmelik yaşlarımda bile derinden etkilemişti.

Babamın dergileriyle boylanıyordum yavaştan. İlkokulla birlikte artık Denizli’de geçen çocukluk yıllarımda evimizin o geniş bahçesinde kar, lapa lapa yağarken ya da birikmiş de nar ağacındaki tığlarıyla iğneoyası işlerken çenemin sivrisiyle camı oyar, yanaklarımı o soğukluğa bastırarak dışarıya bakar, bu güzelliği nasıl ama nasıl anlatabileceğimi bir türlü bilememenin iç ezikliğiyle kendimi paralardım. Çünkü sarı çizgili defterime bunun şiirini yazmaya çabalar, bir anda yazıp bitirdiğimi sanarak bir koşu uçup yüksek sesle babama okur, onun yalnızca övmekle yetindiğini gözleyerek şiirin pek de olmadığını düşünür, hemen oracıkta bir yenisini daha çiziktirmeye dalardım hayalimde.

İlkokulu aştıktan sonra birkaç yıl içinde Cumhuriyet okurluğum iyice yerine oturmuştu. Kendi dil devrimimde, babamdan sonra beni en çok etkileyen Sami Karaören oldu diyebilirim. Bunu sonradan kavradığımı ekleyeyim. Çünkü onun, taşrada hiç tanımadığı Sadık’ın on altı yaşında bir lise öğrencisiyken elinden tutup 1965-67 arasında, Cumhuriyet’in “Tartışma” bölümünde yayımladığı yeniyetmelik yazılarında yaptığı düzeltmelerin dil konusunda beni kararlı bir yolculuğa taşıdığını, yazılarımın bir bölümünün de zaten dile özgülendiğini paylaşayım.

Bu arada Atatürk’ün Türk Dil Kurumunca yayımlanan Türk Dili’nin, Varlık, Yeni Ufuklar, Yelken dergilerinin de sürdürümcüsü olmuştum.

Türk Dili’ndeki, Varlık’taki yazıları, tabii anlayabildiklerimi su içercesine okur, yaşadığım etkilenmeyle yazarlık düşleri kurup bu yazarlara öykünürdüm. Bunlar arasında Oktay Akbal’ın dili kullanma hünerinden çok etkilendiğimi, kendi dil devrimimi yaratmakta onu da rol modeli aldığımı söylemek, bunun da altını çizmek isterim doğrusu.

Bu anlattıklarımın üzerinden yuvarlamayla altmış yıl geçti neredeyse. Geçen bunca yılda binlerce yazı kaleme getirmiş, pek çok türde kalem oynatmış biriyim ama yine de yazar olmaya çabaladığımı söylemekten çekinmeyeceğim. Çünkü dil işçisiyim, bu işçilk sürüyor hâlâ!

Aradan şunca yıl geçtikten sonra bahçemizdeki dil ağacını anımsarken, bugün bile belleğimdeki o güzel görüntülerden bir tekini bile söze dökemediğimi düşünürüm içten hayıflanmayla, tedirgin burkulma eşliğinde. Üstelik sürdürmekten hep mutluluk duyduğum dil işçiliğime karşın.

“Dil işçiliği” dedim ya, birkaç on yıl öncesine dek bir yazarın, yeterli çabayı gösterdiğinde dilini bir yerden öte yere taşıyıp yükseltebileceğini sanırdım neredeyse kesinlemeyle. Hay Allah, onca yaş almışlığıma karşın çocukmuşum besbelli. Bugün böyle düşünebilir miyim hiç?

Yazarlar, ne denli çabalarsa çabalasın, yetkinliğe varmış bir dil ustalığına erişebileceğini sanmamalı! Bu yanılgıyı çok pahalıya ödeyeceğini, ötesinde bunun altında kalabileceğini unutmamalı! Hele yabancı dilden beslenip sözümona Türkçe anlatı kurmaya heveslenenler, bunu kulaklarına küpe yapmalı. Dil işçiliği, adı üzerinde işçilik, yetkinlik değil!

Kendi dil devrimimi çocukluğumla birlikte nasıl yaşamaya koyulduğumu, bu süreci özellikle anlattım.

Çocuk, neyi nasıl yaşıyorsa yaşamını, bu aldıkları üzerine koyup da yapılandırmaz mı? Savaşın, açlığın, şiddetin, tacizin yaşandığı, sevgiye tırnak ucuyla bile kapı aralanmazken sevgisizliğin, sömürünün sürgit egemenlik kurduğu bir dünyada çocuklar kendilerine nasıl bir yaşam kurar dersiniz?

Böyle bir dünyada çocuk, sanata, yaratıcı düşünceye ne kadar yer bulabilir yaşamında? Yine de susup oturulabilir mi, el kol bağlı eylemsiz, etkinliksiz, tepkisiz kalınabilir mi?

O halde yakaladığımız ya da bulabildiğimiz çocukların, gençlerin bu alandan içeri adım atmalarını sağlayacak düzenek kurmak gibi bir görev düşüyor üzerimize. Onların da kendi dil devrimlerini yaratabilmelerinin önünü açmak, onları da böylesi bir yolculuğa hazırlamak zorunlu. Aç olduğunu bildiğimiz yavrunun ağzına süt damlatmak gibi bir şey olacak bu. Görevci anlayışla, sabırla, özveriyle, emekle, içtenlikle gerçekleştirilebilecek bir savaşım…

Bu nedenle diyeceğim ki çocuklara, gençlere yapılan ilk hainliğin dilde ortaya çıktığı öngörülebilir pekâlâ! Nasıl, nece bir anadiliniz varsa vatanınız da oncadır çünkü! Vedat Günyol’un, “Ben Türkçenin milliyetçiyim,” sözünün taşıdığı anlamı, gelin bir kez daha düşünelim. Çocuğun, gencin bu anadile girmesini, anadili doğrultusunda herhangi koşullandırmaya kaymadan bu dilde sorular üreten, kuşkucu düşünce dizgesine yaslanmasını nasıl sağlayacağız? Onu nasıl doğurtacağız bu dilde? Anadilini nasıl sevdireceğiz, vatanını sevdirircesine?

Anadilde verimlenmiş sanatsal somutlayış yansıtan nitelikli, yüksek düzeyde yapıtlarla elbette! Bir sanat, sözcük kullanmadan da duyuş, düşünüş gibi özellikleri eyleme geçirip yansıtımla da anadile katkıda bulunabilir. Demek ki çocuk anne dilinden anadiline geçerken daha, okulöncesi eğitiminden başlayarak anadili sevgisinin çiçekleneceği sanatsal verimlerle içli dışlı kılınacak; bu yaklaşım ilköğretimde, ortaöğretimde, yükseköğretimde hep sürdürülecek, bunun anlamı bu!

Gerçekten de çocuğun, gencin yaratmaya, beyninin kıvrımlarında dünyayı yeniden kurup güzelleştirmeye, sonuçta kendi kişiliğinde devrim yapmaya yatkın yapı taşıdığı çok açık! Böyle olunca her çocuğun, gencin, kendi dil devrimini yaratmaya hazır bir yapı taşıdığı da öne sürülebilir. Her çocuğun Kuvvayımilliyeci bir babası olmak zorunda değil.

 

Abdullah Hilmi Aslankara’yla aramızda elli beş yaş vardı, ama sanata açıldığım ergenliğimin o çılgın yıllarını saymazsam eğer, düşünsel açıdan aramızda neredeyse hiçbir çelişki yaşamadan onu bu hayattan uğurladım.

Benim dil devrimim yaşıyor, Dil Devrimimizle yaşıyor, babamla yaşıyor.

 

 

(Yukarıdaki yazı, Dil Devrimi’nin 90. yıldönümü nedeniyle Çağdaş Türk Dili dergisinin Temmuz 2022 tarihli 413. sayısında [Dil Devrimi 90. Yıl Özel Sayı: 1] yayımlanmıştır.)