DENEME: M.S.Aslankara; Ey Toplumcu Okur Sen Neredesin

Ey Toplumcu Okur Sen Neredesin?
M.Sadık Aslankara

Toplumculuk, toplumsalcılık, toplumcu gerçekçilik ayrı ayrı kavramlar.

Bunun gibi toplumcu yazın da, toplumsalcı yazın da, toplumcu gerçekçi yazın da ayrı ayrı alanlara çıkarıyor bizi. Tıpkı öteki kavram öbekleri bireycilik, bireyselcilik, bireyci gerçekçilikte, bunların yazınla ilişkilenişlerinde nasıl bir anlamsallık karşılıyorsa…

1980’den bu yana ağız birliği yapılmışçasına söylenegelen bir söz var: “Toplumcu yazınımız yok oldu (ya da yok edildi)!”

Oysa tam da bu yıllara denk düşen bir zaman eşiğinde, Fethi Naci’nin göz ardı edilen bir güzel deyişi de kazındı yazın tarihimize: “Türkiye’de ne kadar futbol varsa, o kadar roman var!” İlk söyleyişle bu son söyleyişin ne denli örtüştüğünü görmemek için kör olmak gerek! Öyleyse gelin bu iki önermeden üçüncü bir önermeye gidelim biz: “Türkiye’de ne kadar toplumculuk varsa o kadar toplumcu yazın var!”

Bu son önerme şöyle de düzenlenebilir: “Türkiye’de ne kadar toplumcu okur varsa o kadar toplumcu yazın var!”

Bu önermeyi deşmeden, sağından solundan bunu dürtmeye girişmeden önce yukarıda sıraladığım kavramlarla bunların yazınsal bağlamları üzerinde kısaca durmam gerekiyor.

Yalnız yazınsal verimler değil, sanatsal dallar, bu dallarda çeşitlenen türlerdeki verimler de içinde olmak üzere tüm sanatsal yapıtlar, ipte gezinen sanatçının sopasını dengelemesiyle ilintili olarak koyar kendini ortaya. Bu denge sırığı, bir ucunda bireyselci öte ucunda toplumsalcı ağırlıkları tartımlar sürekli. Buna göre bir sanatsal yapıtın olmazsa olmazlarından biridir bu; sanat, kendisini ne bireyselci ne de toplumsalcı ilişkilenişten kurtarabilir çünkü.

Evet, bütün sanat yapıtları bir yanlarıyla bireyselcidir, ama öte yanlarıyla toplumsalcıdır da. Birey odağında, toplum evreninde açılım gösterir çünkü tümü de. Buna karşın söz konusu yapıtlar bireyci ya da toplumcu olabileceği gibi bireyci ya da toplumcu olmayabilir de. Çünkü bireyci ya da toplumcu olmak, bir dünya görüşüyle, adına bireyci ya da toplumcu denebilecek bir felsefeyle örtüşmeyi, sanat yapıtını da yine aynı biçimde yani bu yönde yapılandırmış olmayı gerektirir.

Bu yüzdendir ki zaten bireyselci ya da toplumsalcı olmak zorundaki bir sanatın gerçekliğiyle bireyci ya da toplumcu olmak savındaki bir sanatın gerçekliği birbirinden ayrı, hatta birbirine taban tabana zıt görünüm sergiler.

Bireyselci gerçekçi bireyci gerçekçi, toplumsalcı gerçekçi toplumcu gerçekçi olmayabilir, bunun tersi de geçerlidir elbette. Ama bireyci ya da toplumcu bir sanatçı, kendi anlayışı yönünde yapıt koyacaksa ortaya, bunun bireyci gerçekçi ya da toplumcu gerçekçi olmaktan başka bir yolunun bulunabileceği sanılmamalı.

Buna göre diyelim bir yazar toplumcuysa, onun ortaya koyacağı yazınsal verim toplumcu gerçekçi olacaktır kaçınılmaz biçimde. Sovyetler Birliğinde biçimlenmesine bakarak, toplumcu gerçekçiliği bu ülkeyle, çöktüğü söylenen uygulamayla ilintilendirmek bizi doğru sonuca ulaştırmaz. “Aydınlanma” kavramını Kant ortaya atmıştır, ama biz bugün bu kavramla çok daha farklı açılımları alımlayabiliyoruz. Toplumcu gerçekçi kavrayış da Sovyetler Birliğinde kuramlaşmıştır, evet ama artık farklı anlamsal açılımlar da bunun içine girmiş, girebilmiştir. Tıpkı Avrupa’daki toplumsalcı gerçekçiliğin, başlangıçtaki konumuna göre çok farklı değişkelere bürünmesinde görülebileceği gibi.

Kavramlara dönük kuş bakışı bu değinin ardından konuya bizdeki toplumcu yazın açısından bakabiliriz artık.

Eğer bir yazar, kendini toplumcu olarak anlamlandırıyorsa yazınsal verimi de elbette toplumcu gerçekçi olmak zorundadır. Ne var ki bizde toplumcu yazarın, ille de toplumcu gerçekçi olmayabileceği yönünde yaygın kanı öteden beri egemenliğini koruyor nedense. Toplumcu yazar olarak toplumcu gerçekçiliğe sırt dönülemez. Eğer yazar, kendini toplumcu sayıp toplumsalcı gerçekçi ürünler veriyorsa, o yazar toplumcu değil, olsa olsa toplumsalcıdır.

Konu, bireyci, toplumsalcı, toplumcu bağlamda alınıyor, buradan bir yazınsal verime kayılıyorsa bunların söylenmesi de zorunlu bana göre. İş, “toplumcu yazın” kavramındaki bulanıklığı gidermekte. Sanki bu, toplumsalcı ya da toplumcu gerçekçilikten ayrı üçüncü bir yolmuş gibi alınabiliyor.

Oysa bir üçüncü yol yok! Her ne kadar ara rengin, siyahla beyazın dışında bir grinin bulunduğu öteden beri söylenegeliyorsa da bütün bir bilim, felsefe, uygarlık tarihi birikimi bunun böyle olmadığını söylemekle kalmıyor, açıktan açığa gösteriyor da.

Bu durum toplumcu gerçekçi yazın kadar toplumsalcı gerçekçi yazın için de geçerli.

Ülkemizde gelenek oluşturmuş toplumsalcı gerçekçi yazın kadar toplumcu gerçekçi bir yazın da var!  Ancak konu, verimlenmiş örneklere, bunların biçimine gelince iş değişiyor. Öyle ya yapıt, toplumsalcı ya da toplumcu gerçekçi ölçeğe uygun bir verimleme sürecini yansıtabiliyor mu? Yanıtlanması gereken soru bu bence.

Fethi Naci’den hareketle asıl sorulması gereken sorunun, toplumcu gerçekçi bir yazının olup olmadığı değil, toplumcu okurun olup olmadığı bana kalırsa.

Ancak toplumcu okurun da belirleyeni var. Evet, Türkiye’de ne kadar seçmen ya da taraftar veya dinci-laik erkek varsa o kadar toplumcu okur var.

Soru toplumcu yazardan önce, kendisini toplumculukla anlamlandırmış görünen okura yöneltilmeli bence: Ey toplumcu okur sen neredesin?