İşte O Ankara’ydı…

İŞTE O ANKARA’YDI…

M.Sadık Aslankara

            İşte o Ankara’ydı… Denizliliği bırakmış, “derakap” Ankaralı oluvermiştim.

Ama benim Ankara adını duyuşumun bir tarihi olmasa gerek; soluduğum hava, içtiğim su gibi yaşamış olmalıydım bunu, ayrıca bir öğrenme, belleme gereği duymadan…

Çünkü “kent”ti o, cumhuriyetin kenti, ötesinde başkenti…

Bu durum, kültürel, sanatsal etkinlikler bağlamında da merkezi bir konuma taşıyordu kuşkusuz onu.

Bense tam bağrında gibiydim… Nitekim başkentle ilk ilişkim Hitit Kitabevi aracılığıyla olmuştu, Muammer Uygur’la… Kitabevi, Bayındır Sokak’taydı, Ziya Gökalp’in köşesinde, az ötesinde Tarhan Kitabevi’nin şubesi.

O sıralar Erdal Öz, Sergi Kitabevi’nin başındaydı, şimdi Kuyumcular Çarşısı olarak kullanılan Büyük Sinema’nın üst kat girişi üzerinde. Anımsadığımca sonradan Remzi İnanç, Toplum Kitabevini; İlhan Erdost, Onur Kitabevini çalıştırmaya koyulacaktı Zafer Çarşısında; Muzaffer (İlhan) Erdost ise, bir görünüyor, bir kayboluyordu, yıl 1967’ydi. Zaten kitabevleri çarşısı olarak Zafer, henüz açılmamıştı. Öteki kitabevleri Bilgi, Tarhan Sakarya Caddesi’ndeydi, biraya, dönere çok sonra bulaşacaktı o güzelim cadde.

Kitabevi değil yalnız, yayınevi anlamında da çok zengindi Ankara… Başta Bilgi Yayınları olmak üzere, Sol Yayınları, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Dost Yayınları (Salim Şengil’in),  Toplum Yayınevi…

Sonra dergiler; Dost, Türk Dili, Forum, Yordam (Hüseyin Cöntürk’ün dergisi kapanmıştı artık), İmece; sonraki yıllarda Köken, Türkiye Yazıları, önceki yıllarda sözgelimi Mavi…

Hitit Kitabevi de öteki kitabevlerindeki yapıyı yansıtıyordu, yazarların uğrak yeriydi. Ömer Asım Aksoy’u, Ceyhun Atuf Kansu’yu, Sedat Veyis Örnek’i, Hamdi Konur’u, Ali Çiçekli’yi, Doğan Ergun’u, Balaban’ı, Uğur Kökden’i ilk orada tanıdım… Daha öncelerde tanıdığım Hasan Hüseyin de, Feyzullah Ertuğrul da sıkça uğrardı kitabevine… Pek çok yazarı, ilkin yine burada gördüm diyebilirim.

Bir yandan Halk Oyuncuları Sahnesine de gidiyordum. Baktım ikisi birlikte olmuyor, Hitit’i bırakıp devamımı tiyatrodan yana kullandım.

Burada çok daha yoğun bir tartışma ortamının içinde bulmuştum kendimi… Bir yandan sergilenen oyunları için gelip giden Yaşar Kemal’in, Vedat Türkali’nin, Çetin Altan’ın (üstelik milletvekiliydi o sıralar), Erol Toy’un estirdiği rüzgâr, öte yanda “epik tiyatro” kavgası…

Çok değil bir iki yıl içinde, Vasıf Öngören ve yanında dört genç olarak biz (Halil Ergün, Erdoğan Akduman, Mustafa Alabora, ben), Kavaklıdere’de Hanif Tiyatrosu adı altında bir sahne daha armağan ettik Ankara’ya. 1969’du, Ankara Birliği Sahnesi kurulmuş, ilk oyunuyla yankılar yaratmıştı: Asiye Nasıl Kurtulur? Bir iki sayı çıkabilen bir de dergimiz olacaktı: Ankara Birliği Dergisi.

Necatibey Caddesi’nden İzmir Caddesi’ne girdiniz mi, sağlı sollu meyhane, tiyatroydu. Halk Oyuncuları’nın Necatibey üstündeki sahnesinden çıkıp da kıvrıldınız mı Mey, onun karşısında Çuvaldız Kabare, şimdiki yerinde Ankara Sanat Tiyatrosu, onun karşısında Sermet Çağan’la arkadaşlarının kurduğu Yenişehir Tiyatrosu…

Kızılay’dan Maltepe’ye geldiniz mi, orası da neredeyse Tandoğan Alanına dek, sıra sıra  tiyatroydu… Devlet Tiyatrolarının dışında on beş kadar sahne vardı Ankara’da; her gece değilse de haftada en az dört, beş kez perde açardı her biri…

Rüzgârlı Sokak da canlılığını sürdürüyordu, gazetelerin ağırlıklarını koruduğu o dönemde. Ahmed Arif de, Hasan Hüseyin de Rüzgârlı’daki gazetelerde çalışıyordu, Yarın’ın sahipliğini üstlenmiş olan Sami Alptekin de… Benim bile Yeni Ulus’ta birkaç güncük süren bir köşe yazarlığım olmuştu hatta.

Bata çıka yürürdünüz karlarda, otuz beş, kırk yıl önce… Tiyatronun altın çağıydı… Her gece yarısı mutlaka bir tiyatro kurulur, güneşle birlikte bunların pek çoğu erirdi… Aynı yoğunlukta dergiler de kurulurdu elbette.

Bulvar pastaneleri (Parizien de Yaprak da kapanmamıştı henüz), kocaman sinema salonları, her biri birer kültür ocağı meyhaneleri… Buhara’dan sonra İlhan Altıntaş’ın Dostça’sı örneğin…

Bilge şair Veysel Öngören’in sokakları birbirine düğümlemesi, Nusret Hızır’ın Ayşe Abla Okulundaki söyleşileri… Metin Altıok’un gizli bir şiir bildirisi gibi hüznünü gezindirmesi Ankara’da… Ahmed Arif’in, filinta edisıyla yürüyüşü, Hasan Hüseyin’in başı göklerde süzülüşü… Türk Dil Kurumu üyesi şair Doğan Öz’ün arada meyhanelerde görünüverişi, falan ya da filan yerdeki savcılığından arta kalan fırsatlarında.

Her masada, buluşulan her köşede sanat, kültür konuşulur, siyasa tartışılırdı. “Uyanık yurttaşlar” kentiydi Ankara, başkentti. Sanat Kurumu, Ankara Deneme Sahnesi gibi oluşumlar, Ankara’nın sivil duyarlığının da göstergeleriydi kuşkusuz…

İşte bütün bunları yaşayıp soluyarak, bütün bunlara tek tek dokunarak Ankara çevresi sanatçısı oldum ben. Denizliliğimin önüne geçti hep Ankaralılığım. Ruhumun derinlerine yerleşti, onur duydum bundan.

Başkent Ankara, ilk darbeyi 12 Mart’la aldı, yıkılmadı ama…

12 Mart’a karşı ilk diklenişlerden biri olarak yine bir Ankaralının, bir yanı tiyatroda, öte yanı edebiyatta Adalet Ağaoğlu’nun Ölmeye Yatmak‘la ortaya çıkışı da ilginçtir bana göre. Sonra o kız kardeşimiz, biricik sevgilimiz Sevgi Soysal’ın yalın kılıç dalışı ortaya…

Ne ki yaralanmış, kan yitirmeye başlamıştı başkent.

Tiyatroları da, dergileri de bir bir kapanmaya koyuldu Ankara’nın. Gerçi Bilim ve Sanat, Yarın dergileri; Ankara Sanat Tiyatrosu, Erkan Yücel’in Halk Tiyatrosu varlığını sürdürmeye çabalıyordu ya; apaçık görülebiliyordu artık, İstanbul başını uzatmıştı bir kez…

12 Eylül, cumhuriyetin başkenti Ankara’nın beynine sıkılmış mermi oldu.

Evet, kent ölmedi belki ama, tam yirmi yıl ağır bir komada kaldı…

Bugün Ankara, kent olarak; Ankaralı ise kendi kentlilik, yurttaşlık bilinciyle yeniden dirilmek üzere… Yeni bir Ankara geliyor, apaçık görülebiliyor bu…

Ama Ankara da oydu işte; o Ankara’ydı…