Öykülerimin Öyküsü

ÖYKÜLERİMİN ÖYKÜSÜ

M.Sadık Aslankara

     Yazıyla, yazınla ilişkilerim… Bu bile başlı başına koca bir evren açıyor önümde… Bunun karşısında küçücük bir noktayım. Yazı ve ben… Neyim gerçekte yazı denen gizin karşısında? Onu yakalayabilmiş, ta içine sızarak onun, taktığı evrensel kanatlarla göklerde süzülebilmiş biri mi yoksa yazının kandırdığı bir yoksul mu, yalapşap “yazar” kimliği verip gözlerini perdelediği?

Ah, bu sorunun yanıtını hiçbir zaman alamayacağım…

Evet yazıyorum, kimi yazıların altında ya da üstünde adımı görüyorum, imzamı taşıyan kitaplar da yayımlanıyor hatta; buna göre yazdığım kesin, yazdıklarımı yayımladığım… Ama yazar mıyım, yazının gizlerine ermiş biri? Zınk diye duruyorum. Ben, bana göre yazarım belki, hadi bu başkası için de geçerli diyelim, peki zaman karşısında da bu başarıyı gösterebilecek miyim acaba? Yazar olduğumu ben değil, başkaları da değil, yazının kendisi söylemeli. Yazıdaki giz, bendeki o minnacık yazarla buluşabilecek mi bakalım? Ama söylemeyecek, ben bunu hiçbir zaman bilemeyeceğim…

Öyleyse ben, kendi yazı serüvenimi aktarmaya yönelebilirim olsa olsa. Yazıyla ilişkimin görebildiğim pencerelerinden kendime çeviririm de gözlerimi, yine yazının gizleri uzağımda durur öylece. Uzağımda, çok uzağımdadır o gizler…

İlk ne zaman duydum bunu, Tanrısal bir vahiy gibi? Sıtma tutmuşçasına titreyerek, bir saralı gibi zangırdayarak ne zaman sarıldım kaleme, sarılıp da neler saçmaladım?

Yazın odağında benimle yapılmış ilk söyleşiye göz atıyorum. (Bak.: “M.Sadık Aslankara ile Söyleşi” [Söyleşiyi Yapan: Burhan Günel], Karşı, Ağustos Eylül 1996) Yazıyla ilişkime değgin ipuçları yok!

Ben burada kendimi deşmeliyim… Ey yazar, kimsin sen, yazıyla ilişkinin gizlerine değgin ne biliyorsun?

Bildiğim, yazıyla ilişkimin nasıl başlayabileceği üzerine kestirimler yalnız. Yoksa yazının gizlerini ilk ne zaman sezdim, bir “muska” gibi büyülü o ilk yazıyı ne zaman yazdım, nereden bilebilirim… Bu, beni şu gerçeğin önüne getiriyor; kendimi bildim bileli, o gizi yakalamaya çalışıyorum, suyu yakalamak gibi bir şey… İçindesin belki o gizin, ama bilmiyorsun bunu, kimsecikler fısıldamıyor kulağına: “Ey Sadık, yazının gizlerinden içeri adım attın, bilesin!”

O bilinmezlikler ülkesinde, bölük pörçük anılar var gözlerimin önünde, yazıya akar gibi, yazıyla uçar gibi…

Onları mı sıralasam?..

1950’ler… Sık sık elektrikler kesiliyor… Korunaklı bir yerinde evin, iki gaz lambası, gündüzden gazyağı doldurulmuş, şişeleri hohlanıp islerinden arındırılmış, pırıl pırıl yapılmış…

Babam Abdullah Hilmi Aslankara hep okuyor… Gaz lambasının o şaşkın aydınlığında da… Gözünde sarı-beyaz karışımı tel çerçevesiyle okuma gözlükleri, belleğimde böyle kalmış… Lambalardan biri onun başucunda hep.

Üç süreli yayın giriyor eve; Cumhuriyet, Akis, Akbaba… Kitap? Hayır, çok az görüntü var belleğimde, babamın kitap okumasıyla ilgili… Babam, ya gazete okuyor, ya da dergi… Ama okuma eylemine büyük saygı var evimizde, bunu annem sağlıyor. Konuşulmuyor evde, annem, sesi çıkmasa da kaşıyla gözüyle “Babanız okuyor,” diyor bize. Ben en küçüğüyüm ailenin. Büyüklere, çok önceleri, söylenmiş olabilir bu, ama benim kulağımda böyle bir uyarı yok.

Öyleyse okumak kutsal!

Babam öğretmen, öğretmen arkadaşlarına gidilip geliniyor. O yıllar, evcek katılıyor bu tür etkinliklere insanlar. Kör akraba evlerine gitmeyi istemiyorum, uyuyup kalıyorum yer minderlerinde ama öğretmen evlerine gidildiğinde dipdiriyim. Hayranım bu insanlara… Özellikle de babama. Hepsi birer aydınlanma savaşçısı, onurlu, dimdik cumhuriyet insanları. Büyük çoğunluğu 1900’lerin hemen başlarında doğmuş, cumhuriyetin nimetlerinden yararlanarak büyümüş… Ben de onlar gibi olmak istiyorum; okuyan, bilgili…

Arada bir amcam Hüseyin Hüsnü Aslankara geliyor, köyünden…

Soyadımızı, yasa çıktığında aralarında tartışarak belirlemiş  amcamlar. Kurtuluş Savaşı öncesinde, Çal’da ilk halk hareketlerinden biri olarak Üçkuyu yakınlarında, saldırganlara işgalcilere karşı, Aslankara tepesinde amcam sıkıyor ilk kurşunu.

Amcamın gelişi için, “arada bir” diyorum ya, şimdi düşünüyorum da sıkça demem gerek aslında. İstanbul Fatih Medresesi mezunu o, ama bir küskün, bir Mehmet Akif… Amcamın gelişini, onların uykumda kulağıma dolan bangır bangır tartışmaları muştuluyor bana. CHP-DP odağına oturttukları devrimler, cumhuriyet, laiklik tartışmaları umurumda mı? Fırlıyorum yatağımdan, zıplıyorum amcamın kucağına.

Babamın ve amcamın, döğüşür gibi tartışıp sonra da karşılıksız bir bağlanmayla, gönüldenlikle birbirine sarılışları hiç mi hiç gitmiyor gözümün önünden… Tanrım, kimsecikleri görmüyorum bugün böyle, oysa yaşadı bu insanlar, biliyorum…

Amcam, Yahya Kemal’ler okuyor ezberinden, en çok onu seviyor, ama Divan şairlerinin hiçbirini ayırt etmeden, onlardan da beyitler okuyor, bunları çeviriyor da… Bir de olağanüstü güzel Nasreddin Hoca fıkraları anlatıyor, biraz da oynadığını ayrımsıyorum şimdi…

Bütün bunların dışında, beni belki de asıl çeken yanı, doğaçlama şiirler döktürmesi onun… Niye onun gibi şiir yazamıyorum ben?

Babam, çok konuşan bir insan değil, onun konuşmaları Çanakkale’yle başlayıp cumhuriyetle, devrimlerle sürüyor, hepsinde Mustafa Kemal var…

Amcam, tersine, çok konuşan biri, konuşmaları Osmanlı’yla başlayıp Çanakkale’yle bitiyor, hiçbirinde Mustafa Kemal yok.

Babam da, amcam da çok okuyan, öyle böyle değil olağanüstü okuyan insanlar… Arada yazlarda babamların bu ata köyüne, Üçkuyu’ya gidiyorum, konukluğa… Orada bir büyük ablam var, babamın önceki eşinden. Onu çok çok seviyorum, ama ben, gözümü açar açmaz amcamda alıyorum soluğu.

Yalnız okumuyor, yazıyor da amcam… Odasında her yan kitap dolu… Amcamın okuyup yazdığı bu kitaplı dünyada kendimden geçiyorum. Savaş anılarını yazıyor, bitmez tükenmez bir enerjiyle… Bana geleceğim saati veriyor, ama ben, özellikle çok erken gidiyorum amcama, onu, masasının başında yazarken izlemek bana doyumsuz bir zevk veriyor… Bir küçücük masa da bana buluyor amcam, oturtuyor beni yanına… O bir şeyler söylüyor, ben yazıyorum: “Aile Tarihi”. Ya-zı-yo-rum… İçim içime sığmıyor.

Bütün bunları, yıllar içinde evrilerek yaşıyorum…

Bir de ilkokul öğretmenim Zeki Ülkü…

Sarayköy’de altı yaşında babamın yanında çakar almaz sürdürdüğüm öğrenciliğim bir kayda kuyda bağlanmaksızın sona eriyor… İlkokul bitirme sınavlarında babamlarla birlikteyim… Tahtada bir harita. Öğretmenlerden biri sesleniyor bitirme sınavındaki çocuğa, “Samsun’u göster!” Bakıyorum çocuk Anadolu içlerinde arıyor Samsun’u, heyecanla atılıyorum, “Yukarı çık, yukarı çık!” Okuma yazma bilmesem de Samsun’un yeri çok önceden belleğime kazınmış, Mustafa Kemal’le birlikte. Öğretmenler gülüyor. Okula Denizli’de başlamama karar veriyor babamlar.

Zeki Ülkü, farklı bir eğitim mi uyguluyor? Arkadaşlarıyla görüşen babam, alıyor beni üçüncü sınıfta, bir başka okula yazdırıyor… Zeki Ülkü’ye karşı ezikliğim bugün de sürüyor bu yüzden…

Ne mi yapıyor Zeki Ülkü? Keman çalıyor bize… Okulun bahçesinde ya da semtteki sokaklarda, boş alanlarda gezdirirken, doğa üzerine bilgiler aktarıyor, bütün sınıfı müsamere çalışmalarına alıyor, mehter takımı kuruyor… Okuma yazma, hesap hendese? Babamların şikâyeti burada başlıyor işte…

Okuma yazma ediminin, yaşamımdaki temel odağa yerleşmesinde ana belirleyici babamla amcam, çok belirgin biliyorum bunu… Ama o Zeki Ülkü’lü yıllarımı da unutamıyorum nedense.

Okuma yazmayı öğrenir öğrenmez başlıyor kitaplarla ilişkim… Evimizin ilk kitaplığını da ben kuruyorum böylece. Amcama öykünüp şiirler de yazıyorum, olmuş diyorlar ya, biliyorum olmuyor…

Kitaplarla ilişkimde niteliksel bir gelişme yaşayabilmemde, bir önemli katkı daha katılıyor yaşamıma.

Çünkü yazınsal bağlamda kitaplarla süreğen ilişkim, küçük ablam aracılığıyla, onun dayımın kızından ya da yine bir öğretmen olan annemin teyzekızından bulduğu, topladığı kitaplarla başlıyor… Bir yanı Kerime Nadir’e, Yakup Kadri’ye, Esat Mahmut’a, Halide Edip’e, Reşat Nuri’ye, Yaşar Kemal’e uzanıyor bu kitapların, öte yanı Hugo’ya, Balzac’a, Gide’e, Istrati’ye, Dickens’a, Çehov’a, Gogol’e, Turgenyev’e, Faulkner’e, Caldwell’e, Steinbeck’e…

Bu çok önemli katkı, Varlık Yayınlarıyla tanışmama yol açıyor… Bir liralık serisinin sonlarını yakalayabilmişim Varlık’ın, ama iki liralık dizinin bütün kitaplarını alıp okuyorum… Kitaplığımsa gittikçe büyüyor…

O çocuk dünyama Varlık dergisi de katılıyor ya, ben bu varlığın ayırdına 1960’ta, 1961’de varabileceğim ancak…

Bu arada şiiri neredeyse tümden bırakıyorum, çünkü iyi gitmiyor… Adımı yazıp “1959” diye tarih de kondurduğum Seçilmiş Çocuk Şiirleri (Derleyen: Muzaffer Reşit, Varlık Yayınları, 1958) kendimle ilgili bilgi aktarmada yanılmıyorsam eğer, şiir serüvenimin sonu oluyor. Çünkü benim yazdığım şiirler, buradaki şiirlere benzemiyor. Bunlar, benimkilerden güzel…

Öyküye yönelişim şiirdeki bu yenilgim kadar, öykülerin beni büyüleyen, çeken dünyası da aynı zamanda.

Öykü yazıyorum artık. Pırıltılı yanışlarıyla beni kıvrandıran öykülere gelene dek, bir okuma oburu olarak ne çıkarsa önüme okuyorum. Bu yüzden yazdıklarım, öyküden çok bir “öykü müsveddesi” olarak kalıyor hep.

İlk yazdığım bu öyküler, kuşkusuz pek çok etkiden izler taşıyor, üstelik ilkel, kaba anlatılar bunlar… Ancak 1961-62’den sonra yazmaya başladıklarımda, yanılmıyorsam belirgin bir Orhan Kemal etkisinden söz edilebilir… Keşfettiğim ilk öykücü o. Ardından Sait Faik’i, Sabahattin Ali’yi keşfediyorum peş peşe. 1960’ların ikinci yarısında ise 1950 kuşağı öykücülerini tanımaya koyuluyorum. 1966-67’den başlayarak bu kez onların etkisi yansıyor öykülerimden… Kendi sesimi yakalamam, kuşkusuz daha sonra.

1950 sonları 1960 başlarının çocuk yaşta yazdığım öykülerinin kimileri bugün de duruyor, bir belgeselci olarak bunları koruyorum, ancak çılgınca tutkuyla eve kapanıp yazdığım yüzlerce sayfayı, zaman zaman toplayıp yaktığımı bugün gibi anımsıyorum, çocukluk işte.

Harıl harıl öykü yazıyorum ama bunları yayımlamaya geldiğinde iş, donup kalıyorum… Bunu nasıl becereceğimi bilmiyorum çünkü…

O sıra bir fırsat çıkıyor önüme. Cumhuriyet, Yunus Nadi Kısa Öykü Yarışması düzenliyor: Yıl 1964. “Yunus Nadi Çalışması” başlığı altında pek çok öykü yazıyorum… 12 Aralık 1948 doğumluyum ben, var sayın kırk dokuzluyum… Bu hesapla on beş yaşında Yunus Nadi kısa öykü yarışmasına katılıyorum… “Sergi” adında bir öykü… Köyde, kurumaya bırakılmış üzümleri sel yok ediyor, bunu anlatıyorum aklımca. Köylü, uğraşırken, arada Tanrıya yakarmaları var. Öyküyü götürüyorum arzuhalciye, daktilo ettireceğim, ama adam Allah sözcüğü geçtikçe yazarken, ayraç açıp CC ekliyor hep… “Amca,” diyorum, “bu yok öyküde…” Ama adama anlatabilmek olası mı bunu?

O yıl, ilk aşamada elemeyi aşmış bütün öyküler yayımlanıyor gazetede… Her gün sabırsızlıkla Cumhuriyet’in gelmesini bekliyorum Denizli’ye. Beğenilen öyküler yayımlanıyor, ama benimki yayımlanmıyor…

Sanırım o çocuk dünyamda büyük yıkım yaşıyorum…

Yazmaya başladığım tarihten bugüne dek öyküyü boşladığım söylenemez hiçbir zaman… Demek ki kırk yıldır öykü yazıyorum ben… Bu kırk yıl içinde yaklaşık yüz kadar öykü yazdığımı sanıyorum. Peki ne kadarını yayımladım bunun? Sanırım ancak on kadarını… Neden? Bunun yanıtını veremiyorum…

Yazılarımı yayımlamakta bakıyorum büyük ataklıklar göstermişim de öykülerimi yayımlamakta bu ölçüde istekli davranmamışım nedense. Neden? Bu sorunun yanıtını verebilmekte, doğrusu bugün de güçlük çekiyorum…

1964’te lisenin birinci sınıfında duvar gazetesiyle başlayan yayıncılığım mı engellemiş acaba öykü yayımlamamı? Olabilir… Ardından “Yankı” adlı okul dergisinin yazı işleri kurulu üyeliğini yapıyorum on bir sayı, ne orada ne de “Çalar Saat” adlı o duvar gazetesinde tek öykü yayımlıyorum. İki sayısında “yönetmenlik” yaptığım “Ulusça Uyanış” adlı dergide de bu fırsat gelmişken önüme, bunu da kullanmıyorum…

Yayımladığım öykülerin sayıca çok az oluşunun bir nedeni de, elbette yazdıklarımı bir türlü beğenemiyor oluşum…

Yine de yayımlanan ilk öyküm 1965 tarihini taşıyor… Hepi topu on altı yaşındayım…

Yayımlanan son öyküm de 1997’de: “Odalar Kapılar” (Bak.: Çağdaş Türk Dili, Temmuz Ağustos Eylül 1997, s.113, 114, 115)

Bu öykü, “Babalar Aralar” adıyla Uykusu Sakız‘da (Can Yayınları, 2001) yer alana dek aradan dört yıl geçiyor bu arada.

Evet, belli oluyor, sanatsal ürünlerini yayımlamakta işi aceleye getiren biri değilim ben… Nitekim Uykusu Sakız‘dan önceki iki dosyamı derin bir uykuya yatırıyorum… Artık onları yayımlamayı düşünmem de… Peki yeni öykü dosyası?

Uykusu Sakız, 1994-1999 yıllarının ürünü… Yazarlar, yayımlanmış kitaplarıyla ilgili sorulara yanıt vermeli bana kalırsa yalnızca. Kitaplarına değgin söz söylemek yazarlara yakışmaz. Okurun elindedir çünkü kitap, söz sırası onlardadır bu yüzden.

Yeni dosya üzerinde üç yıldır çalıştığımı söyleyebilirim ama… En az iki yıl daha sürecek bu… Sonra ne zaman yayımlarım bu öykü dosyasını, yayımlar mıyım, vaz mı geçerim bilemem… Ama yayımlamaya karar versem de, herhalde 2003’ten önce olmayacaktır bu… Belki bundan önce bir roman yayımlayabilirim… 1994’ten bu yana üzerinde çalıştığım bir roman… Yayımlamaya karar verdiğimde, yeni öykü dosyasından önce, belki 2002’de bununla çıkarım okurun karşısına…

Bunlar, şimdilik birer küçük olasılık yalnızca…

Şu bilinsin yeter: Öyküyü, hiçbir zaman bırakmadım ben, öykü sanatı, bir yaşam sanatı aynı zamanda bana göre… Öykü okurken ya da öykü yazarken, çok yoğun yaşamsal bağlar içinde duyumsuyorum kendimi… Öteki türlerde, biraz daha uzakmışım gibi bir etki alıyorum nedenini hiç bilmeden. Hangi dönemde, kim tarafından yazılmış olursa olsun, belirli düzeyi tutturmuş bütün öyküler bende, ilkin bu duyguyu uyandırıyor, bir yaşamsal bağ, o öykünün damarları içinde şoruldayıp akıyor… Nedense bunu romanda, oyunda duyamıyorum; orada öne geçen bu yaşamsal bağ değil de başka duygular oluyor… Sözgelimi romanda kurmaca, roman kişisinin evreni, bu yaşamsal bağı gölgede bırakıyor sanki… Oyunsa, bireysel yaşamı o denli sorgulayıcı, öylesine didikleyici bir tutum yansıtıyor ki, yaşamsal bağ kurmak bir yana, bir hüzün duyuyorsunuz… Yok olan insan yaşamlarının hüznünü… Oysa öykü, yok olan yaşamları serse de gözler önüne, bir yaşam bağı kurdurabiliyor hemence insana…

Eğer bir güçse bu, nereden geliyor öykünün gücü? Sanırım arındırılmışlığından, yalınlaştırılmışlığından… İster konuyla, durumla ilgilenmiş görünsün, ister bireyi, bir düşü aktarsın, sonuçta romanın ya da oyunun gereksindiği hiçbir şeyi gereksinmiyor öykü, öykünün gereksindiği tek şey var bana göre; şiir…

Şiire ne ölçüde yakın duruyorsanız, öyküye de o ölçüde yakın duruyorsunuzdur. Şiire ne denli uzaksanız, o oranda öyküden de uzaksınız… Burada şiirle yakınlık, şiir gibi olmak olarak alınmamalı, tam tersine şiir gibi olup şiirden ayrılabiliyorsa öyküdür bence öykü…

Uykusu Sakız‘ın bunu yapıp yapamadığını, bunu başarıp başaramadığını bilemem… Başarmışsa, seveceksiniz demektir; başaramadıysa eğer, bir otu bile kamıldatamadan geçecektir, o çok büyük öyküler mezarlığına, kendi çukuruna yerleşecektir…

Bir şey söyleyeyim mi; öykünün nasıl çok güzel yazılacağını biliyor olmak, çok güzel öykü yazabilme yetisi kazandırmaz insana hiçbir zaman…

Ah bu gize ulaşabilseydim… Bir de onu fısıldasalardı kulağıma…