Sinemayla Ben

SİNEMAYLA BEN

M.Sadık Aslankara

            Kokusu da belleğimdedir, bugünkü gibi.

Taş merdivenlerden çıkıyorum, ürkek, çekinik, yavru sokak kedisi gibi; bir gözüm kaçmalarda, kovalayan olursa diye, öte gözüm aralık duran kapının ardında, beklentilerimin kışkırttığı…

Yine evden kaçmış olmalıyım, yoksa tek başına ne işim var oralarda öyle? Evden fırlayıp çıktığım, kendimi sokaklara attığım günlerden biri öyleyse. Çocukken çokça yaptığım bir iş bu, kaçıyorum evden, ilkokulda ilk üç yıl da okuldan… Kurulmuşsa eğer lunaparklar, bayramyerleri, oralarda alıyorum soluğu, demek onların renkleri daha çarpıcı geliyor bana.

İlkin kulağım mı karıncalanıyor içerden gelen o seslerle, gizlerle sarmalanmış yapıdan, adına “sinema” denen hani? Oralı değilmişçesine yaklaşıyorum kapıya, kimse yok bekleyen, önümü kesecek. Bir kedi kadifeliğinde yumuşacık kayıyorum; burnuma çarpan o koku, salonu dıştaki yaşamdan ayıran perdenin bin bir çeşitte kokusu, en çok da küf, ağır hava, nikotin…

Ama görüyorum işte o siyah beyaz büyüyü, uzanıp da kıskıvrak beyazperdeden beni yakalayıveren, kedi yavrusuymuşum gibi kaldırıveren havalara.

Sinemayla, onun o büyüsüyle ilk kez böyle tanışıyorum işte.

Yedi sekiz yaşlarında olmalıyım,  demek 1955-57 arasında bir tarih… Himayei Etfal, Denizli’nin tek sineması o yıllar.

Sinemanın büyüsüyle ilk kez tanışıyorum ya, ne olduğunu biliyorum onun. Henüz ilkokula başlamadan tanıdığım kesin. Hareketli göstericileriyle gezici sinemalar aracılığıyla olabilir. “Eğitici film” başlığı altında sinemanın büyüsünden yararlanan ama bu büyüyü yansıtmayan birtakım “iş”ler işte. İşin gerçeğini söyleyecek olursam, o da beni allak bullak etmeye yetmiş zaten…

Kuşağımdan insanların, çocukluklarında belleklerine perçinlenmiş bir sinema görüntüsü için Uykusu Sakız‘daki (Can Yayınları, 2001) bir öykümden alıntı aktarmam umarım okuru rahatsız etmez:

“Kütüphaneye film seyretmeye gidiyoruz. (…) Öhhö öhhö veremliyi izleyip üzüldüğümüz, soya fasulyesinin sayılamayacak çokluktaki yararlarını öğrendiğimiz, NATO’nun erdemini, Amerikalıların nasıl birer iyilik meleği olduğunu, komünizmin tu Allah belasını versin bellediğimiz filmi bilmem kaçıncı kez izliyoruz kütüphanenin orta yerindeki büyücek salonda, tıkır tıkır kedi mırıltıları, ışık konisinde yüzen toz tanecikleri arasında, sararmış patiskaya düşen siyah beyaz görüntülerle…

Büyücek bir kare salon. Film bitince ışıklar yanmıyor, pencereleri örten siyah perdeler çekiliyor, içerisi aydınlanıyor. Karenin üç duvarında kütüphanenin dolapları…” (s. 91)

 

Gerçek sinema büyüsünü içinde saklayan o uzamları tanımam çok sonra elbette.

Hoş çocukluğa yayılmış kimin bir “Cennet Sineması” yoktur ki böylesi bir büyüyle sarmallanmış olmasın öyle?

Benim tanıdığım ilk sinema Himayei Etfal’di işte.

Sinemanın çıkış kapısı demek aralıymış, dalmışım içeriye, film bitmek üzere ama ben o büyüyle yüz yüze gelmişim birkaç dakika için. Bu, yaşamımın silinmeyen görüntülerinden biri benim, o çocuğun büyülenmiş halde perdeye bakışı gitmez gözlerimden.

Cem Sineması, Emek Sineması, bundan sonra geliyor. Oralarda başlayan bilinçli yolculuğum sürüp gitti zaten. Bir cep defterim vardı, durur hâlâ, izlediğim filmlerin künyelerini geçirirdim ona, en başta yönetmenlerini tabii, benim ki de söz mü, kimin böyle defteri olmamıştır ki yeniyetmeliğinde?..

İlk tanışmamla birlikte başlayan sinema tutkum, çok daha derinlere çekiyordu beni, ben de yapabilmeliydim bunu. Öte yandan görmüyor değildim, kimi çocukların ellerindeki o film parçalarını, içim gidiyordu bunlara ama bulsam sanki bir çözüm mü getirecekti bu?

Sinema salonlarına girdiğimde, o küçük makine dairesinden yayıldığını biliyordum elbette büyünün; olanak bulabildiğimce onların yerleştiği kata çıkıyor, önlerinden ya da yanlarından geçmeye çabalıyordum, ne bileyim, eğer aralıysa kapıları, önlerinde oyalanıyordum olabildiğince.

Büyünün bir muskasını kendim için de yapabilmeye can atıyordum.

Nice deneyden sonra çözdüm bunu, çocukluğun sislenmiş o mutluluk ülkesinde.

Kırık camlar topladım, çok ama, bunlara suluboya ile kopyalama resimler yaptım, çeşitli hayvanların resmini, öğretmen babacığımın bir “vahşi hayvanlar serisi” vardı, onları; sonra “Hayvanat Bahçesi” adı altında bunları çocuklara gösterdim… Karanlık bir yerde, komşumuzun buna çok uygun bodrumu vardı, orada; bir el feneri ışığında, camdaki çizimi duvara düşürerek. Işığın önünde camı kaydırdıkça hayvan yer değiştiriyor, ışığı yaklaştırıp çekince de büyüyor ya da uzaklaşıyordu, geri kalanını, yani sunumdaki boşlukları, hayvanları taklit ederek tamamlamaya çalışıyordum.

Çocuklar nasıl beğenmişti ama, istek üzerine birkaç kez daha gösterdim. “Sinemacı Sadık” demişlerdi, Tanrım, ne mutlu olmuştum.

Ama film, sonuçta birkaç kez izlenmiş, seyircisi de tükenmişti. Yeni filmler yaratmak zorundaydım. Bu yöntemle birkaç deneme daha yaptım, filmlere öyküler katmaya çabaladım, ama hiçbirinde “Hayvanat Bahçesi”ndeki o başarıyı yakalayamadım.

Bırakıp bunu çocukluğumun o güzelim sis ülkesinde, sinemalara döndüm yeniden.

Bu arada Himayei Etfal Sineması yıkılmıştı. Yerine büyüük, kocamaan, eskisini aratmayacak bir sinema yapılacaktı, öyle diyorlardı; bakalım doğru muydu, kandırıyor olmasınlardı bizi, çocuğuz diye? Sık sık gider sorardım, “Amca, ne yapılıyor buraya?” “Sinema” yanıtını almak rahatlatırdı içimi, bu kez yeniden dönerdim: “Ne zaman bitecek sinema?”

Artık sinemanın iyiden iyiye yerleştiği yaşamımda bu kez boşluğu Cem Sineması dolduracaktı. Her yakasını avcumun içi gibi bildiğim bir sinemaydı o, ahşaptı, hangar gibiydi. Halkevleri dışında bu amaçla yapılmış salonların, hele elli sonrasında pek özenli olmadıkları kestirilebilir kolayca.

Öyle bir sinema görüntüsü için, eski günlere şöyle bir gidip gelmeye, yeniden dönelim Uykusu Sakız‘a:

“Sinemaya girmeden, kapı önlerinde başlıyor itişip kakışma… Herkesin bir eli havada, biletini tutmuş sımsıkı. Öteki elde yiyecek torbası… Evinden ne yürütmüşse ya da parasının gücüne göre, sinema önünden kapabildiği ne varsa…

Sinemanın önü bir küçük pazar… Turşucu, patlamış mısırcı, ayvacı, şamtatlıcı, burmatatlıcı, macuncu, kuruyemişçi, ağaç çilekçisi… Ama ille kestaneci… Onun yeri ayrı, apayrı… Cep sobası; paralıların yöneldiği, ötekilerinse imreniyle baktığı…

Birer sinema kölesiyiz. Aramızda itişirken biçimden biçime, çizgiden çizgiye değişiyoruz eğile büküle, sonra biletimizi kopartıp, bir et mermisi gibi içeriye düşüyoruz. Zıplayıp ipi göğüslüyoruz da sanki merdivene yöneliyoruz o hızla.

Makine dairesi en üst katta, kaptan kamarası o! Onun çevresine yerleşmek, Makinist Zeki’yle birlikte film oynatmak bizim için. O yaşta bize yakışan bu! Kıskandığımız onun hünerli yanı, büyücülüğü, tüm kentin en tanınmış adamı oluşu. Yerine geçemeyeceğimize, gücünü kendi üzerimize alamayacağımıza göre, onun yanında yöresinde gezinip, büyücülüğünden kırıntılar çarpacağız, başka yolu yok.

Sevgilimizi elimizden kapmasın tamam da, ama ah n’olur kız kardeşimizi yamayıversek! Herkesin içinden geçirip de, kimselerin dil ucuyla olsun diğerine çıtlatamadığı, bu işte!..

Sinema makinesi, tıkırtılarla kanat çırpmaya koyulurken, Makinist Zeki oluyoruz hepimiz, bu büyülü dünyanın en birinci yol göstericisi.” (ss. 133, 134)

“Zeki Eniştemin, Makinist Zeki olduğu yıllar… Yakışıklı, sırım gibi delikanlı…  Başlatan da bitiren de o, filmi. Kaptan köşkünü andıran makine dairesinin merdivenlerinde görünmedikçe Makinist Zeki, gürültü şamata uğul uğul… Ama görünmüşse eğer basamaklarda, akan sular duruyor o zaman… Herkes suspus. Arkadan bakıldığında, yanlardan birer de kulp takılmış üç numara tıraşlı koca kazanlarımız perdeye çevriliyor.

Makinist Zeki, hayranlıkla, kıskançlıkla yapışıp kaldığımız bir tuzak. Ablalarımız ya da sevgililerimiz için büyük tehlike… Kentin bütün kızları baygın çünkü ona! Kimi gizli gizli, kimi açıktan âşık. Ayılıp bayılanlar, uluorta ilanıaşk edenler de var.

Kız kardeşi ya da sevgilisi olanlar ciddi bir rakiple boğuşuyor, herkes bilincinde bunun… Ortak düşman Makinist Zeki.

Ama onunla baş edebilmenin olanağı yok, herkes biliyor bunu.

Kentin tek büyücüsü o! İsteyene, dilediği dünyayı sunan bir cin, düşler ve görüntüler cini!..

Aynı düşünceyi geçiriyoruz içimizden; bir dilek bu. Birileri elini çabuk tutsa da, Makinist Zeki faka bassa… Artık kim olursa, kimin bacısı, kimin sevgilisi çıkarsa bahtına… Benimki olmasın da, kiminki olursa olsun…

Yüreğimiz kıp kıp ederken, Makinist Zeki, basamakları çıkıyor, kulplu bakır kazanlar da, patiska perdeye dönüyor orası burası yamalı…” (ss.131, 132)

“Perde dikişlerinin kimi kadınlara bıyık kondurduğu, kimi suratlara ikinci bir yara eklediği filmi, bütün bakır kazanlar, “son” yazısına dek seyredip, o büyülü dünyadan güçlükle sıyrılmaya çalışıyor. Ayılmak istemeyerek çevirirlerken yönlerini; Makinist Zeki, kamarasının kapısını aralıyor; en tepede, herkesi küçümseyen bildik bakışıyla, ters döndürülen bisiklet tekerinin çıkardığı sese benzer bir tıkırtı eşliğinde, filmi geri sarmaya koyuluyor.

Makine dairesinin ikiye böldüğü sinemanın sağ yanı erkeklerin, sol yanı kadınların… İster salon, ister balkon, ister Makinist Zeki’nin taraçası, değişmiyor bu…

Film biter bitmez, oğlanlarla atkuyruklu, örüklü kızlar ilkönce kendilerine sonra birbirlerine, ardından oğlanlar kızlara, kızlar oğlanlara; en sonunda da hep birlikte makine dairesine Makinist Zeki’ye bakıyorlar…

Herkesin gözünde bir baygınlık, bir hayranlık… Kızlar ayrı, oğlanlar ayrı… Mektuplar kaşla göz arasında ne çabuk alınıp veriliyor; kim kimle nerde ne zaman buluşacak, nasıl kararlaştırılıyor, kimse akıl erdiremiyor buna… Üstelik, girişteki gibi çıkışta da ayrı kızlarla oğlanların merdiveni.

Buluşanlar sevgilileriyle, şanslı. On, on beş dakikacık birliktelik, o yan yana duruş, bir iki adımlık yürüyüş… Ama Makinist Zeki de var buluşmalarda, mektuplaşmalarda, yürüyüşlerde…

Makinist Zeki, herkesin eniştesi…” (ss.134, 135)

 

Himayei Etfal’in yerine yapılan Emek Sineması, bir başkaydı doğrusu, unutamam onu, İstanbul’daki Emek mi örnek alınmıştı bilmiyorum, Tanrım ne güzel salondu öyle, yaşamımdaki güzellikler dizisinde, bu salonun da apayrı bir resmi vardır bende. Ağır, kadife bir perde, gong, ardından beyazperdeden yayılan o büyü… Düşünün Truffaut’yu, Godard’ı, Fransız Yeni Dalga’sını, Visconti’yi, de Sica’yı, İtalyan Yeni Gerçekçilerini, sonra Bergman’ı daha kimleri kimleri ilk kez bu sinemada izlemişim ben, ardından İzmir’deki Sinematek günlerini anmalıyım, altmışların ortalarında hemen, Antonioni’yi tanımam burada, sosyalist ülke sinemalarını sonra; Denizli’deki Emek Sineması’ndan sonra İzmir’deki Hatay Sineması çok sönüktü elbette, ama sinemanın o büyüsü devam ediyordu.

Hatay Sineması’ndan böyle adıyla sanıyla söz edince yine Uykusu Sakız‘a dönmek gerekecek galiba. Gelin, hiç değilse bir kez olsun bahçe sinemalarına da değinmiş olalım ucundan kıyısından:

“Gece, dip odada, açık pencerenin bitişiğindeki divanda yatırdı beni halam. Bense, bir yandan ertesi gün, Mithatpaşa Endüstri Meslek Lisesinde yapılacak üniversite giriş sınavını düşünüyor; bu arada, ötelerdeki yazlık Hatay Sinemasının bahçesinden koparak yıldızlara binen seslerin, daha sonra odaya inişini izliyor; imbatın dalgalandırdığı tül perde yüzümü okşarken, renkli Türkçe sinemaskop filmden fırladığına inandığım oyuncuların, antraktta, kırk beşlik plaktan okudukları şarkılarıyla ortalığı bir kez daha büyülüyen şarkıcıların, bu büyünün bir parçası halinde bana ulaştırdıkları fısıltılara dalıyordum.” (ss.75, 76)

 

Yazarı olarak belirteyim, Uykusu Sakız‘dan alıntıladığım satırlar, yaşamsal gerçeklikleri aktarıyor değil elbette. Bunu da yazınsal olanın büyü gereci biçiminde almak pekâlâ olası!

Altmışların sonlarında bu kez Ankara’da sürdü büyü, yine Sinematek aracılığıyla, Menekşe Sineması’ndaki gösterileri kaçırmazdım. Wajda’yı da ilk burada tanıdım…

1970 ortalarına geldiğimizde, daha farklı bir ortamla tanıştım; televizyonla… 1976’da TRT için çocuk dramaları yazmaya başlamıştım. Hayır, sinema büyüsü değildi bu, onunla hiçbir ilişkisi yoktu çünkü, devekuşu gibi bir şeydi.

Hiçbir tat kalmadı o yıllardan belleğimde. Ne ki 1983’te farklı bir gerçekle burun buruna geldim birden, yine TRT’de; kendimi bir dizi belgesel çekiminin içinde buluverdim, üstelik film çalışılıyordu…

“Hayvanat Bahçesi” adlı o çocukluk sinemamın ardından çeyrek yüzyıl sonra neredeyse, bunun bir benzerini yaşamaya koyulmuştum sanki. Belgesel, beni kendisine bağlamakta gecikmedi elbette.

Beş altı yıl sonra baktım ki, biz hep aynı işi yapıyoruz ama; yaptığımız belgesel sinema örneğinin ürünleri de değildi bana göre, “belge film”di bunlar yani belgelerin arka arkaya sinemasal mantıkla dizilişleriydi yalnızca…

O sıralar birlikte çalıştığım yönetmenler, hukukumuz olan arkadaşlarımdı. Birkaç yıl boyunca onları ikna etmeye çabaladım, bu tür yaklaşımla yapılan belgeselin giderek bir zanaata dönüştüğünü, kendini yineleye yineleye hatta özünü, işlevini de yitirmeye koyulduğunu belirttim. Ne ki arkadaşlarım, somut önerilerime karşılık yeni yaklaşımlara kapalıydılar. Ancak gördüm ki, eski anlayışla işlerini sürdürmeye de niyetliydiler aynı zamanda. O zaman bana izin istemek düşüyordu yalnızca. Öyle yaptım.

Tiyatroyu da bırakmıştım üstelik. Ah, bilir miydiniz, yıllar yılı tiyatro yapmaya çalışmış biri olduğumu? Neyse, buna hiç girmeyeyim…

Ama ilginç bir karşılaşma ve buluşma yaşadım o sıralar; 1993, 94… Yazın dışında, artık köşeye çekilmem gerektiğini düşünmeye koyulmuştum ki, Okan Çançin çıktı karşıma. Okan, kimi belgesellerimizde danışmanlık yapmış orman mühendisi fotoğrafçı bir arkadaşımız…

“Hadi gel,” dedi, “belgesel sinema yapalım seninle.” “Sen ne söylediğinin ayırdında mısın Okan?” dedim ona, Tuttu beni Açı Yapım’a götürdü, Levet Üçelli’ye. Böyle başladık işte. 1994’ten itibaren Okan’la gerçekleştirdiğimiz belgesellerde yönetmenlik yapmaya koyuldum. Bu hesapla on yıldır sürüyor belgesel sinemacılığımız…

Sürecek de.

“Hayvanat Bahçesi”nin ardından kırk yıl sonra, yeniden dönmüştüm bu büyülü işe… Demek ki sinema bırakmamıştı beni. Hayır, kırık camlar toplamıyordum çocukluğumdaki gibi öyle. Öylesine kolaylaşmıştı ki iş; görüntü, manyetik bantlara, sayısal gereçlere alınıyordu…

Tanrım, büyü değildi ki bu!

Sezmiş olmalısınız, o büyüyü arıyorum ben hâlâ, onun bir türlü yakalanamayacağını bile bile, ama günün birinde yüz yüze geliverecekmişiz gibi heyecanlanarak.

Uzansın beyazperdeden o büyü, uzansın da kıskıvrak yakalayıversin beni, kedi yavrusuymuşum gibi kaldırıversin havalara, öyle işte…