Yazar Olarak Nerelerden mi Geliyorum?

YAZAR OLARAK NERELERDEN Mİ GELİYORUM?

M.Sadık Aslankara

            Yazarlığım sonradır.

Ondan önce yayıncıydım ben, gazete kurucusuydum hatta.

Bunları anlatmalıyım ilkin.

İlkokula başlayıp da okuma büyüsüyle tanıştığımda, herkes gibi, ben de o depremi yaşamıştım kuşkusuz içimde. Yeni bir dünyaydı bu, hayır, ucu bucağı belirsiz evrendi. Keşfetmekte gecikmemiştim; büyüyü yaratan birtakım işaretlerdi, harflerdi, yazıydı asıl… Okunduğunda çıkıyordu gerçi büyü ama, olsun, temelde var eden yazıydı onu yine de.

Keşfetmekle iyi mi yaptım bunu bilmiyorum.

Ama kendimi de keşfetmiş oldum böylece.

Bu keşif, beni iki uçlu bir evrenle yüz yüze getirdi, ilki okumaydı bunun, ötekisi yazmaydı. Okudukça, bu evrendeki gezintimin tadını çıkarıp sınırları zorluyor, zorladıkça da gezinti güzergâhımı geliştiriyordum. Evimiz bol odalıydı, iki katlı, geniş, büyük de bahçesi olan bir ev. Odalardan birine kapanıyor, bu büyülü dünyayı orada yeni baştan yaşıyor, bunu yaşatan nesneyi, diyelim büyü gereci olan “muska”yı, yani nüshayı, yayını, kitabı yeniden var etmeye çabalıyordum. Bunun için defterlerimden harıl harıl boş yapraklar koparıyor, bunları kesip büküyor, bunlara, eski defterlerimin kapaklarından ya da çeşitli yollarla edindiğim kartonlardan kapaklar takarak yeni, defter yaprağı boyunun yarısı büyüklükte minik kitaplar yapıyor, sonra da oturup beni büyüleyen masalı, öyküyü kendi yaptığım kitaba geçiriyor, böylece kitapla birlikte o büyüyü de kendimin kılıyordum.

Bu, bir anlamda elle çoğaltmanın ilkel örneğiydi elbette; ama bir yayınevi kurmuştum işte: “Aslankara Yayınları”. Bu öyle kamçıladı ki beni, bir yandan kitaplaştırdığım “yazı”nın aslında çok ciddi bir “iş” olduğunu, öte yandan, çabalarsam eğer belki benim de bunu yapabileceğimi kavrattı bana, daha doğrusu böyle bir sezginin yolunu açtı önümde… Nitekim, bu tıpkıbasım kitapların hemen ardından, kendi özgün “yapıtlarım” gelmeye koyuldu; yıl 1958, 59 henüz on yaşındayım, yayıncılığa başladığım o yıllarımdan, sonrakilerinden kalan sekiz on örneği saklarım hâlâ.

Gazete kuruculuğuma gelince, o da buna benzer bir girişimdi ama elim iyice kıvraklaşmıştı bu arada, el yazım da güzelleşmişti sanırım… 1960, hatta 61, ortaokula başlamıştım artık.

Evimize Cumhuriyet giriyordu, cumhuriyetin o ilk kuşağından gerçek Kuvayı Milliyeci öğretmen babacığım Cumhuriyet’ten başka gazete sokmazdı eve…

Alıyordum Cumhuriyet’i hafta sonlarında önüme, bir harita metot defteri yaprağına gazetenin ön yüzünün kopyasını çıkarıyordum saatler süren bir emekle, küçültülmüş fotokopi gibi, hafta başında okula götürüp arkadaşlarıma gösteriyordum, bu tek nüsha küçültülmüş gazete onların da ilgisini çekiyor, bütün sınıf elden ele dolaştırıyordu bunu, büyük boy bir gazetenin minik bir benzeriyle karşılaşmış olmaktan şaşırmış görünerek. Tutumlarından beğendiklerini seziyordum.

Bu iki eylemi yazarlık serüvenimin dayanakları arasında saymam gerekiyor. Yazının gizlerine yönelişime, onlarla boğuşmalarıma döneceğim yeniden, ancak yayıncılığımın, gazete kuruculuğumun yanına iki öğeyi daha eklemeliyim, yoksa eksik kalır; tiyatroyu ve sinemayı…

Bir kez öykünmeye, mış gibi yapmaya başladıysanız, bu yolda kendinizi geliştirmeniz de kaçınılmazlaşıyor. Elyazması kitaplarımla gazetelerim, beni başka alanlarda da öykünmeye itmiş olabilir, yoksa tersi mi olmuştur bunun? Ancak ilkokulda, kitap yayımladığım yıllarda bunu gizli tuttuğumu biliyorum, her etkinlikte öne çıkan sınıfın taklitçisi de değildim üstelik. Esas oğlan başkasıydı, ben siliktim, bu anlamda yeteneklerimi, ilkokul sona dek evimizin odaları içinde bastırdığıma göre, ilki daha akla yakın görünüyor; yayıncılığımın, gazeteciliğimin yaratıcılığımı kışkırttığı olgusu yani. Babamın beni üç, hatta dört ayrı ilkokulda okutuşu da, süreklilik taşımayan bu ortamlarda silik kalmama yol açmış olabilir elbette ya da yaklaşık üç yıl boyunca aynı ilkokulda okuduğum halde aklımca yeteneklerimin bir türlü anlaşılamamış oluşuna karşı tepkimi de dile getirebilir bu.

Kendimi açıkça ortaya koymam, ilkokul sonda, ortaokul birde oldu; öğretmenlerimin beni bulmasıyla değil, ben buyum işte deyip açık açık ortaya çıkarak. Gazetemin beğenilmesi, yaptığım taklitleri de ortaya dökmeme neden oldu. 1961, 62’de ortaokul ikinci sınıfa geldiğimde çekingenliklerinden sıyrılmış, arkadaşlarının sevgisini, yer yer hayranlığını kazanmış bir çocuktum artık…

Şu taklit üzerinde durayım biraz…

İnsanların kendileri ya da canlı cansız öteki nesnelerle ilişkileri üzerinde düğümleniyor doğallıkla her şey. Bunun sürebilmesi için ilgi görmesi, ötesinde beğenilmesi gerekiyor. İlkokulda, hele ilk üç yılında gizli kalan bu yaratıcılığım aile çevremde, komşularımız arasında destek gördü hep, ilgi ve destek gördüğü için de geliştikçe gelişti diyebilirim. İleriki yıllarda beni amatör tiyatroculuğa taşıyan, tiyatro sanatıyla tanıştırıp o yola girdiren damarın buralardan beslenerek geldiği açık.

Bu yeteneklerin açığa çıkmasıyla birlikte ilkel bir sinemacılığın da bunların arasına katılmasını olağan saymak gerek artık.

Sinemayı, ilkokula başlamadan tanımıştım belki, gezici göstericiler yoluyla, çeşitli eğitici filmlerle. Ne yalan söylemeli, bu bile allak bullak etmeye yetmişti beni, derken gerçek sinema büyüsünün yayıldığı o uzamları tanıdım. Hoş kimin bir “Cennet Sineması” yoktur ki, kimin böyle düşleri?

Tanıdığım ilk sinema Denizli’deki Himayei Etfal oldu. Kentin tek sinemasıydı o yıllarda. 1955-57 arasında bir tarihte, yedi sekiz yaşlarındaydım demek, yalnızdım üstelik, evden fırlayıp çıktığım, kendimi sokaklara attığım günlerden biri olmalı. Çocukken sıkça yaptığım bir işti bu, kaçardım evden, ilkokuldaki ilk üç yıl da okuldan… Kurulmuşsa eğer lunaparklar, bayramyerleri, oralarda alırdım soluğu, demek onların renkleri daha çarpıcı geliyordu bana ya da kenti keşfediyordum böylelikle kimbilir. Sinemanın çıkış kapısı aralıydı, daldım içeriye, film bitmek üzereydi ama ben o büyüyle yüz yüze gelivermiştim kıpkısa anda. Bu, yaşamımın silinmeyen görüntülerinden biridir, o çocuğun büyülenmiş halde perdeye bakışı gitmez gözlerimden.

Cem Sineması, Emek Sineması, bundan sonra gelir. Oralarda başlayan bilinçl yolculuğum sürdü gitti hep. Bir cep defterim vardı, durur hâlâ, izlediğim filmlerin künyelerini geçirirdim buna, en başta yönetmenleri olmak üzere, pek çoğumuzun yeniyetmeliğinde tuttuğuna benzer bir defter işte.

Tanışır tanışmaz başlayan sinema tutkum, çok daha derinlere çekiyordu beni, ben de yapabilmeliydim bunu. Öte yandan içim gidiyordu, kimi çocukların ellerinde film parçaları gördükçe, ama bulsam bir çözüm getirecek miydi bu? Sinema salonlarına girdiğimde, o küçük makine dairesinden yayıldığını biliyordum büyünün; olanak bulabildiğimce onların bulunduğu kata çıkmaya çalışıyor, önlerinden ya da yanlarından geçmeye çabalıyordum, ne bileyim eğer aralıysa kapıları, önlerinde oyalanıyordum olabildiğince. Elyazması kitaplarımdan yaptığım muskaya benzer bir büyüyü sinema için de yapabilmeye can atıyordum. Kitapta kendi yaratıcılığıma aşama aşama geçmiştim, ama sinemada doğrudan kendi yaratımıma dayanmak zorundaydım.

Nice deneyden sonra buna da çözüm buldum.

Kırık camlar topladım, çok ama, bunlara kopyalamayla suluboya resimler yaptım, çeşitli hayvanların resmini, babamın bir vahşi hayvanlar serisi vardı, onları; sonra “Hayvanat Bahçesi” adı altında bunları mahallemizdeki tüm çocuklara gösterdim… Karanlık bir yerde, bitişik komşumuzun buna uygun bir bodrumu vardı, bir el feneri ışığında, camdaki çizimi duvara düşürerek. Işığın önünde camı kaydırınca hayvan yer değiştiriyor, ışığı yaklaştırıp çekince büyüyor ya da uzaklaşıyordu, geri kalanını hayvanları taklit ederek tamamlamaya çalışıyordum. Çocuklar çok beğendi bunu, istek üzerine birkaç kez daha gösterdim. “Sinemacı Sadık” demişlerdi, Tanrım, ne mutlu olmuştum.

Ama film birkaç kez izlenmiş, bitmişti. Yeni filmler yaratmak zorundaydım. Bu yöntemle birkaç deneme daha yaptım, filmlere öyküler katmaya çabaladım, ama hiçbirinde “Hayvanat Bahçesi”ndeki başarıyı yakalayamadım.

Bütün bunlar, var olan yapıtlara öykünmemden kaynaklanıyordu ama aynı zamanda beni, imzamı taşıyacak ürünler vermeye de kışkırtıyordu hep. Bu anlamda ilk öykülerimi 1959’da yazmaya başladığımı söyleyebilirim, o kitapçıklar arasında bunlar da var çünkü. Sonra romanlar yazıyorum, üü hem de nasıl; yazıp yazıp yakıyorum bunları, o kadar çabuk yazıyorum ki, birkaç günde bitiriyorum romanı desem yeridir. Evimizin alt katında bir odanın bütün duvarlarını takvimlerden kestiğim, bir yerlerden topladığım parlak baskılı kapaklarla ya da albüm yapraklarıyla donatıyorum; düşlerimde yazar dediğimiz insana, duvarları manzaralarla, güzel resimlerle kaplı bir oda yakıştırıyorum demek. 1960-64 arasında kaç roman yazdığımı anımsayamıyorum bugün, ama bunlardan iki örneğin hâlâ elimde olduğunu eklemeden geçmeyeyim.

Öte yandan evimizin, bahçemizin, kent içinde sere serpe gezintilerimin, keşiflerimin bende derin bir özgürlük duygusu geliştirdiğini de eklemeliyim. Özgür olunmadan nasıl keşfedilebilir ki büyü?

1964, benim için birkaç açıdan önem taşıyor…

Bir duvar gazetesi çıkarıyorum; sahneyle tanışıyorum; Emek Sineması’ndaki nitelikli film gösterileri, artık ciddi olarak izlemeye koyulduğum edebiyat dergileri ufkumda derin çentikler açmaya koyuluyor. Bütün bunların derinlikli bir okumayla, dünya ve Türk klasikleriyle de desteklendiğini belirteyim… Yine Yunus Nadi Armağanı’nın o yıl “kısa öykü”ye ayrılmış olmasının da payı büyüktür yaşamımda. Bu yarışma için  “Yunus Nadi Çalışması” başlığı altında harıl harıl pek çok öykü yazdığımı anımsıyorum o sıralar… Yazmak ne, katıldım da bu yarışmaya. Sonuç düş kırıklığı elbette, ne ki beni fişekledi de aynı zamanda o sıralar çocukça yüreğime sinen bu kırgınlık.

Nitekim ilk öyküm 1965’te yayımlandı: aynı yıl Cumhuriyet gazetesinin “Tartışma” bölümünde yazmaya başladım, üç yıl boyunca sürdü bu. Sonra sahneye de ilk kez  1965’te çıktım. Derken Denizli’de yerel bir gazeteye röportajlar yazmaya da başladım, bunun için Denizli’nin ilçelerini, köylerini gezdim yaz boyunca.

1964, 1965 yılları yaşamımın önemli bir evresini oluşturmuş göründüğü kadarıyla benim. Buna göre bu evrede üç açılım göstermişim: 1.Yazarlık, 2.Tiyatroculuk, 3.Gazetecilik. Politikayla da sarmallanmış biçimde gazeteciliği birkaç yıl boyunca sürdürdüm. Denizli’de bunu, üstelik profesyonel olarak da yaptım, haftalık öderlerdi ücretimi, hatta zam da yapmışlardı, ayrılacağımı söylediğimde. Ayrıldım, bir daha da dönmedim zaten. 1971’de eylemli politikayı bir yana bırakınca iyice koptum gazete yazarlığından. Çok sonraları zaman zaman Cumhuriyet’te yazdıkça, bu yazılarda da güncel politika dışında kalmaya çabaladığım görülecektir hep.

Ama öteki iki dal, on yıllar boyunca sürdü geldi benimle; yazarlığım, tiyatroculuğum…

Şu tiyatroculuğumun yazarlığıma taşıdığı yanlar üzerinde de durmalıyım. Özellikle 1968’de profesyonel oluşumun ardından, tiyatro benim için yazarlığımı sınadığım önemli bir ortama dönüşmüştü. Yazar bir metne büyüyü nasıl katabilir ya da bu yönde metnini nasıl geliştirebilir sorusuna yanıt aranabilecek en değerli laboratvuvardır bence tiyatro.

Tiyatro, bunu, yazarın bir türlü yapamayacağı kestirmeci tutumla sergiler ilk ağızda. Büyü taşımak isteyen bir yazının daha işin başında çok hafiflemesi gerektiğini, bir başka deyişle keçe gibi sıkılanması gerektiğini en iyi tiyatro öğretir çünkü bize. Bir metin, diyelim roman, öykü, oyun, ne denli az sözle kuruluyor ama karşılığında bizi ne denli çok imgeye uçuruyorsa o denli büyü gizliyor demektir içinde. Ancak bunu gerçeküstücülükle, simgecilikle düşlemcilikle de karıştırmamak gerekir elbette.

Ya sinemacılığım? Meğer gizli gizli onu da büyütmüşüm içimde, ta çocukluğumdan başlayarak…

İlkin Denizli’deki Emek Sineması’ndan başlayayım, İstanbul’daki gibi tıpkı ne güzel salondu Tanrım, yaşamımdaki güzellikler dizisinde, bu salonun da bir resmi vardır benim. Ağır, kadife bir perde, gong, ardından beyazperdeden yayılan o büyü… Düşünün Truffaut’yu, Godard’ı, Fransız Yeni Dalga’sını, de Sica’yı, Visconti’yi, İtalyan Yeni Gerçekçiliğini, sonra Bergman’ı, daha kimleri, neleri ilk kez bu sinemada izleyip tanımışım ben, ardından İzmir’deki Sinematek günlerini anmalıyım, altmışların ortalarında hemen, Antonioni’yi tanımam burada, sosyalist ülke sinemalarını da; İzmir’deki Hatay Sineması Emek Sineması’nın yanında çok sönüktü elbette, ama sinemanın o büyüsü devam ediyordu. Altmışların sonlarında bu kez Ankara’da sürdü büyü, yine Sinematek aracılığıyla, Menekşe Sineması’nda, Wajda’yı da ilk burada tanıdım…

1976’da farklı bir alanda çalışmaya koyulmuştum; TRT için çocuk dramaları yazıyordum, ama bu sinema değildi, devekuşu gibi bir şeydi, hiçbir tat kalmadı o yıllardan belleğimde. Ne ki 1983’te farklı bir gerçekle burun buruna geldim birden, yine TRT’de; kendimi bir dizi belgesel çekiminin içinde buluverdim birden, üstelik film çalışılıyordu… “Hayvanat Bahçesi” adlı o çocukluk sinemamın ardından çeyrek yüzyıl sonra, bunun bir benzerini yaşamaya koyulmuştum sanki.

Belgesel, beni bağlamakta gecikmedi kendisine. Beş altı yıl geçtikten sonra baktım ki, biz hep aynı işi yapıyoruz; yaptığımız belgesel sinema değil bana göre, “belge film” yani belgelerin arka arkaya sinema mantığında dizilişi yalnızca… O sıralar çalıştığım, aramızda eskiye dayalı hukuk bulunan yönetmen arkadaşlarımı iki üç yıl ikna etmeye çabaladım ya olmadı, ne bu yaklaşımlarını değiştirmeye, yeni arayışlar için kapılarını pencerelerini aralamaya yanaşıyorlardı ne de yapageldikleri işi bir yana bırakmayı düşünüyorlardı. Baktım daha fazla gitmeyecek, izinlerini istedim, yolumuz ayrıldı onlarla da.

Eylemli tiyatroyu da bırakmıştım üstelik ama aranıyordum, tek bir alan yetmeyecekti beni yatıştırmaya. İlginç bir karşılaşma ve buluşma yaşadım tam o sıra, bütün bunlar neredeyse arka arkaya oluyor hep; Okan Çançin çıktı karşıma, daha önce kimi belgesellerimizde danışmanlık yapmış orman mühendisi, fotoğrafçı bir arkadaşımız, “Hadi gel,” dedi, “belgesel sinema yapalım seninle.” 1994’ten itibaren onunla gerçekleştirdiğimiz belgesellerin yönetmenliğini yapmaya böyle başladım işte…

“Hayvanat Bahçesi”nin ardından kırk yılı aşkın bir süre sonra yani, bu işi de sürdürüyorum ben…

Ya belgesel sinemacılığımdan yazarlığıma taşıdığım katkı ne olmuştur dersiniz? Yazınsal metnin gerçekliğe yaklaşımını değerlendirebilecek en iyi laboratuvarı da sinema sağlar bize yanılmıyorsam. Gerçeğin değişken yüzüne yaklaşırken, “gerçek”ten değil, “gerçeklik”ten nasıl yararlanılabileceğini gösterir çünkü bize. Bu ise yazılı metnin hafiflemesini sağlar. Böylece metni alabildiğine ferahlatır, ona hava koridorları kazandırır.

Bir başka açıdan tiyatro laboratuvarında yazar, diyelim romanını sıkılamayı öğrenir, sinema laboratuvarında ise gevşetmeyi…

Şimdi bütün bunların ardından, yazıya, onun büyüsüne geçeceğim yeniden. Yukarıda bu gize yönelişime, onunla boğuşmalarıma döneceğimi belirtmiştim zaten.

Öyle ya, ben yazının niceliksel anlamdaki büyüsünü tanımış, onunla yüz yüze gelmiştim de, yazının iç dokusundaki  büyünün gerçekte ne olduğunu,  nasıl olup da böyle bir büyü yayabildiğini, olanaklıysa eğer bunu öğrenip öğrenemeyeceğimi henüz tartmamıştım…

Bu, çok daha farklı bir iç hazırlık gerektiriyordu kuşkusuz, niteliksel bir doluluk, bir yükselme yani.

Öyleyse benim yukarıdan bu yana söyleyegeldiklerim, yazı serüvenimi aktarmaktan öte bir iş olmadı. İlk ne zaman duydum yazının beni içten dürten gizini? Tanrısal bir vahiy gibi? Sıtma tutmuşçasına titreyerek, bir saralı gibi zangırdayarak ne zaman sarıldım kaleme, sarılıp da neler saçmaladım?

O bilinmezlikler ülkesinde, bölük pörçük anılar var gözlerimin önünde, yazıya akar gibi, yazıyla uçar gibi…

Belki onları sıralamak en iyisi.

1950’ler… Sık sık elektrikler kesiliyor… Korunaklı bir yerinde evin, iki gaz lambası, gündüzden gazyağı doldurulmuş, şişeleri hohlanıp islerinden arındırılmış, pırıl pırıl yapılmış…

Babam Abdullah Hilmi Aslankara hep okuyor… Gaz lambasının o şaşkın aydınlığında da… Gözünde sarı-beyaz tel çerçevesiyle okuma gözlüğü, belleğimde o görüntüsü hep… Lambalardan biri onun başucunda. Zaman zaman da yazıyor. Bu görüntü, sobanın üzerinde güğüm gibi okşayıcı bir mırıltıyla içime akıyor, ısıtıyor beni.

Üç süreli yayın giriyor eve; Cumhuriyet, Akis, Akbaba… Kitap? Hayır, çok az görüntü var belleğimde, babamın kitap okumasıyla ilgili… Babam, ya gazete okuyor, ya da dergi… Ama okuma eylemine büyük saygı var evimizde, bunu annem sağlıyor. Konuşulmuyor evde, annem, sesi çıkmasa da kaşıyla gözüyle “Babanız okuyor,” diyor bize. Hepimiz susuyoruz. Hele yazarken babam, çıt çıkmıyor evde Ben en küçüğüyüm ailenin. Büyüklere, çok önceleri, söylenmiş olabilir bu, ama benim kulağımda böyle bir uyarı yok.

Öyleyse okumak kutsal! Yazmak da!

Öğretmen arkadaşlarına gidilip geliniyor babamın. O yıllar, evcek katılıyor bu tür etkinliklere insanlar. Kör akraba evlerine gitmekten hoşlanmıyorum, uyuyup kalıyorum yer minderlerinde ama öğretmen evlerine gidildiğinde dipdiriyim. Hayranım o insanlara… Özellikle de babama. Hepsi birer aydınlanma savaşçısı, onurlu, dimdik birer anıt! Yazıyı kutsayan, okumayı yücelten tutumları da etkiliyor beni. Büyük çoğunluğu 1900’lerin hemen başlarında doğmuş, cumhuriyetin nimetlerinden yararlanarak büyümüş… Ben de onlar gibi olmak istiyorum; okuyan, bilgili…

Babamla kitapçıya gidiyoruz, her hafta, üşenmeden kitapçıya götürüyor beni, yağmur, kar fark etmiyor. İlk zamanlar o seçiyor, sonra bir gün, “Hadi Sadık, sen seç,” diyor, “ister misin?” Kitapları seçmeye o zaman başlıyorum ve bu bütün yaşamıma yayılıyor, kitapları seçmek, büyü salanını, büyüsü olmayandan ayırmak… Elyazması kitaplarla yayıncılığa başlamamda, kendi seçtiğim kitapların da çok büyük rolü var, en azından böyleymiş gibi geliyor bu bana.

Arada bir amcam Hüseyin Hüsnü Aslankara geliyor, köyünden…

Soyadımızı, yasa çıktığında aralarında tartışarak belirlemiş  amcamlar. Babamlar dört kardeş, Kurtuluş Savaşı öncesinde, Çal’da ilk halk hareketlerinden biri olarak Üçkuyu yakınlarında Aslankara tepesinde işte bu amcam sıkıyor, işgalcilere karşı ilk kurşunu.

Amcamın gelişi için, “arada bir” diyorum ya, şimdi düşünüyorum da sıkça demem gerek aslında. İstanbul Fatih Medresesi mezunu o, küskün bir Mehmet Akif biraz… Amcamın gelişini, uykumda kulağıma dolan bangır bangır tartışmaları muştuluyor bana. CHP-DP odağına oturttukları devrimler, cumhuriyet, laiklik tartışmaları umurumda mı? Fırlıyorum yatağımdan, zıplıyorum amcamın kucağına.

Amcacığım, bu kadar değil elbette, bir erdem anıtı o; bütün yaşamını yurduna, toplumuna özgülemiş, öylece geçip gitmiş bir güzeller güzeli benim amcam.

Babamın ve amcamın, döğüşür gibi tartışıp sonra da karşılıksız bir bağlanmayla, gönüldenlikle birbirine sarılışları hiç mi hiç gitmiyor gözümün önünden… Tanrım, kimsecikleri görmüyorum bugün böyle, oysa yaşadı bu insanlar, biliyorum…

Amcam, Yahya Kemaller okuyor ezberinden, en çok onu seviyor, ama Divan şairlerinin hiçbirini ayırmadan, onlardan da beyitler okuyor, bunları çeviriyor da… Bir de olağanüstü güzel Nasreddin Hoca fıkraları anlatıyor, biraz da oynadığını ayrımsıyorum şimdi…

Bütün bunların dışında, beni belki de asıl çeken yanı, doğaçlama şiirler döktürmesi onun… Niye onun gibi şiir yazamıyorum ben?

Babam da, amcam da çok okuyan, öyle böyle değil olağanüstü okuyan insanlar… Arada yazlarda babamların bu ata köyüne, Üçkuyu’ya gidiyorum, konukluğa… Orada bir büyük ablam var, babamın önceki eşinden. Onu çok çok seviyorum, ama ben, gözümü açar açmaz amcamda alıyorum soluğu.

Yalnız okumuyor, yazıyor da amcam… Odasında her yan kitap dolu… Amcamın okuyup yazdığı bu kitaplı dünyada kendimden geçiyorum. Savaş anılarını yazıyor, bitmez tükenmez bir enerjiyle… Bana geleceğim saati söylüyor, ama ben, özellikle çok erken gidiyorum amcama, onu, masasının başında yazarken izlemek bana doyumsuz zevk veriyor… Babam da amcam da sanki bir iki dil biliyor, Arapça, Osmanlıca, bu arada Lugati Naci de tamam da Fransızca Osmanlıca sözlüklerin işi ne peki? Bir küçücük masa da bana buluyor amcam, oturtuyor beni yanına… O bir şeyler söylüyor, yazdıklarını çeviriyor bana, ben yazıyorum: “Aile Tarihi”. Ya-zı-yo-rum… İçim içime sığmıyor.

Bütün bunları, yıllar içinde evrilerek yaşıyorum…

Bir de ilkokul öğretmenim Zeki Ülkü… O da farklı bir yanıyla etkiliyor beni.

Sarayköy’de altı yaşında babamın yanında çakar almaz başlayan öğrenciliğim bir kayda kuyda bağlanmaksızın sona eriyor… İlkokul bitirme sınavlarında babamlarla birlikteyim… Tahtada bir harita. Öğretmenlerden biri sesleniyor bitirme sınavındaki çocuğa, “Samsun’u göster!” Bakıyorum çocuk Anadolu içlerinde arıyor Samsun’u, heyecanla atılıyorum, “Yukarı çık, yukarı çık!” Okuma yazma bilmesem de Samsun’un yeri çok önceden belleğime kazınmış, Mustafa Kemal’le birlikte. Öğretmenler gülüyor. Okula Denizli’de başlamama karar veriyor babamlar.

Zeki Ülkü, farklı bir eğitim mi uyguluyor? Arkadaşlarıyla görüşen babam, alıyor beni üçüncü sınıfta, bir başka okula yazdırıyor… Zeki Ülkü’ye karşı ezikliğim, bir iç kanamadır bende, süreğen biçimde.

Ne mi yapıyor Zeki Ülkü? Keman çalıyor bize… Okulun bahçesinde ya da semtteki sokaklarda, boş alanlarda gezdirirken, doğa üzerine bilgiler aktarıyor, bütün sınıfı müsamere çalışmalarına alıyor, mehter takımı kuruyor… Bütün bunlar beni çok heyecanlandırıyor elbette, ama ben kendimi yeterince göremiyorum sanki bu etkinliklerde. Babamlar, başka yanında işin; hesap hendese, öteki dersler nasıl? Bunlar da benim umurumda değil ama onların şikâyeti de burada başlıyor asıl…

Okuma yazma ediminin, yaşamımda temel odağa yerleşmesinde ana belirleyici babamla amcam, çok belirgin bu… Ama o Zeki Ülkü’lü yıllarımı da unutamıyorum nedense. Ondan kopuş hem sevindiriyor beni, hem acılar üretiyor içimde. Sonraki karşılaşmalarımın hiçbirinde gözlerine bakamıyorum öğretmenimin.  Bir “veda” bu, yaşamımın ilk vedası, babaanneciğimle birlikte. Nasıl unutulabilir, hüzün duymadan hiç, yazının gizlerine erilebilir mi?

Evimizin ilk kitaplığını da ben kuruyorum. Kitaplarla ilişkimdeki niteliksel sıçrama, yazınsal bağlamda kitaplarla süreğen ilişkim, küçük ablam Sezgin aracılığıyla, onun, dayımın kızından ya da yine bir öğretmen olan annemin teyzekızından bulduğu, topladığı kitaplarla başlıyor… Annem Cavide Hanım kentsoylu bir aileden geliyor, bunu da eklemem gerek. Bir yanı Kerime Nadir’e, Yakup Kadri’ye, Esat Mahmut’a, Halide Edip’e, Reşat Nuri’ye, Yaşar Kemal’e uzanıyor bu kitapların, öte yanı Hugo’ya, Balzac’a, Gide’e, Istrati’ye, Dickens’a, Çehov’a, Gogol’e, Turgenyev’e, Faulkner’e, Caldwell’e, Steinbeck’e…

Bu çok önemli katkı, Varlık Yayınlarıyla tanışmama yol açıyor… Bir liralık serisinin sonlarını yakalayabilmişim Varlık’ın, ama iki liralık dizinin bütün kitaplarını alıp okuyorum… Kitaplığımsa gittikçe büyüyor…

O çocuk dünyama Varlık dergisi de katılıyor ya, ben bu varlığın ayırdına 1960’ta, 1961’de varabileceğim ilkin, derken bir iki yıl içinde de sürdürümcüsü olacağım.

Bu arada şiiri neredeyse tümden bırakıyorum, çünkü iyi gitmiyor… Öyküye yönelişim şiirdeki yenilgiden çok, öykülerin beni büyüleyen, çeken dünyasından kaynaklanıyor.

Öykü yazıyorum artık. Pırıltılı yanışlarıyla beni kıvrandıran öykülere gelene dek, bir okuma oburu olarak ne çıkarsa önüme okuyorum. Bu yüzden yazdıklarım, öyküden çok bir “öykü müsveddesi” biçiminde kalıyor hep.

İlk yazdığım bu öyküler, kuşkusuz pek çok etkiden izler taşıyor, üstelik ilkel, kaba anlatılar bunlar… Ancak 1961-62’den sonra yazmaya başladıklarımda, yanılmıyorsam belirgin bir Orhan Kemal etkisinden söz edilebilir… Keşfettiğim ilk öykücü o. Ardından Sait Faik’i, Sabahattin Ali’yi keşfediyorum peş peşe. 1960’ların ikinci yarısında ise 1950 kuşağı öykücülerini tanımaya koyuluyorum. 1966-67’den başlayarak bu kez onların etkisi yansıyor öykülerimden… Kendi sesimi yakalamam, kuşkusuz daha sonra.

Gerek öyküde, romanda, gerekse oyunda, denemede kendime özgü o sesi yakalamaya yönelişim, herhalde ancak yirmili yaşlarımda belirginlik kazanmaya başladı. 1970 başlarında ise yazarlığında artık hem büyüye nasıl ulaşacağını hem de bunu nasıl değiştirip dönüştüreceğini öğrenmenin yollarını bulmaya yöneldiğini söyleyebilirim delikanlının. Öte yandan, yine bu dönemde yaşadığım sorgulamayla birleştiğini de belirtsem bunun, iyi olacak!

1970 başlarında yaşadığım bu sorgulama dönemin, bende sanatsal büyünün ancak çok “ciddi bir çalışma” sonucunda elde edilebileceği kanısını uyandırmıştır. Elbet rastlantıyla yakalanmış büyüler çıkabilrdi karşımıza, ama bu, yaşamın kendisi bu büyüye özgülenmeden süreğenleşemezdi.

Bir keşif de bu olmuştur, delikanlılığımda: büyüyü istiyorsan, karşılığında yaşamını vereceksin!

!980’lerde bunun da yetmediğini gördüm. Tiyatronun, snemanın kimi yapıtlarından yayılan büyüyle yazından yayılan büyü örtüşebiliyordu örneğin; tiyatro, sahnelenmeden, filmse çekilmeden yaslandıkları yazılı metinlerle eğer yine de böyle bir büyü salıyorsa, nedir o zaman bu, nedir bu büyüyü sağlayan? Yazında Dostoyevski, Kafka, Faulkner karşılaştırmaları yaparken, tiyatroda Shakespeare, Çehov, İbsen oyunlarıyla bunu gerçekleştirmeye çalıştım. Yanı sıra sinemaya da yeniden başladım. Andığım yazarların yanında Eisenstein’ın, Welles’in, Bergman’ın, Antonioni’nin, Forman’ın senaryolarını yatırdım masaya.

Gördüm ki büyü “tek”. Büyü var ya da yok, ama tek bu; yazında ayrı, tiyatroda ayrı, sinemada ayrı bir büyü yok, teknik var yalnızca. Ne ki biz, büyüsü olmayanları dışlamak amacıyla bunların yanında kimi yapıtlardan roman, oyun, sinema büyüsü yansıdığını öne sürüyoruz ya, bu doğru değil. Örneğin Çehov’un oyunlarını, öykülerini, yaşamöyküsel anlatılarla birlikte derinliğine deştim, apaçık gördüm bunu. Bugün Shakespeare’i, Çehov’u, İbsen’i okuduğumuzda bunlarda bir büyü buluyor muyuz, bulmuyor muyuz? Bu büyü var onlarda! Ama bu hem yazınsal hem oyunsal anlamda var. Sözgelimi Türk tiyatrosunun sıkıntısının, bu nitelikleri yansıtan bir oyun dağarına sahip olamayışından kaynaklandığı sonucuna varmıştım o yıllar, bu kanıyı bugün de sürdürüyorum, kimi değişikliklerle birlikte.

Buna göre yazılı metin, diyelim oyun, büyü yansıtmıyorsa eğer, siz ağzınızla kuş da tutsanız sahnede bir büyü yansıtamazsınız; bu, olsa olsa bir teknik hüner biçiminde yansır dışa. Yanardöner yanılsamaya, albeniye dayalı göz boyamadır; büyü bu değildir elbet, büyü estetik olandır, içlektir, ötekiler oysa estetik değer taşımaz, dışlaktır, tarihin bir diliminde, herhangi bir çakışma anında bir çalım görünürler, ardından yok olup giderler…

İşte bu anlamda eğer bir metin büyü yansıtmıyorsa artık körük olup üfleseniz de diriltemezsiniz onu. Ama eğer büyüsü olan bir metni, diyelim Hamlet’i sahneye çıkardığınızda ya da perdeye yansıttığınızda, bu büyüyü veremiyorsanız, bu sizin kusurunuzdur metnin değil! Aynı şekilde büyüsü olan romanlardan yapılan sahne uyarlamalarında, filmlerde yansımıyorsa eğer büyü, bunlar için de aynı kanıyı taşıyorum ben.

Bu doğrultuda senaryolar üzerinde de bunu denetlemeye girişmiştim o sıralar.

Şöyle bir gerçeklikle yüz yüze geldim 1980’lerde: sanatsal büyü yansıtmayan yazılı metin ister roman, ister oyun, ister senaryo olsun ister deneme, eleştiri; “teknik metin”dir yalnız! Teknik metnin büyü yansıtması gerekmez elbette, ama sanatsal bir metin olduğu da savlanamaz onun! Demek sanat, büyüyü gereksiniyordu ille! Eğer kuşanmamışsa bunu, o da görünmüyordu oralarda.

Böylelikle 1980’lerde yazarlığımı, tiyatroculuğumu, belgesel sinemacılığımı yeniden sorgulamaya giriştim diyebilirim. Biz, bulunduğunu savlasak da, yaratımımızda büyüye ulaşabiliyor muyuz gerçekten, ya kandırıyorsak kendimizi?

1990 başları, ortaları da bu arayışlarımla, sorgulamalarımla sürdü hep… Her üç alanda da bunların temel dayanaklarını, bu sanat biçimlerinin moleküler yapılarını yeniden yeniden neşterledim durdum…

Şimdilerde ise, bu büyünün evrilme eğrileri üzerinde duruyorum. Dünya bile yörüngesinde değişim gösterirken, bizim bin yıllardır süregelen büyümüzün niteliksel anlamda hiç değişmeden süreceği nasıl düşünülebilir?

Keşiflerim sürüyor yani, sürecek de kuşkusuz…

Evet, sonuçta büyüyü keşfetmiştim, ama “büyücü”lük müydü bakalım yaptığım?

Bu sorunun yanıtını hiçbir zaman kesinleyemeyeceğimi bile bile, olsun, diyorum; büyücü olmayı değilse de büyünün kendisini keşfetmişim ya, bu yolda o evrensel büyücülere çıraklık yapıyorum ya, o da bir şey…

Şimdi dönüp baktığımda iyi ki keşfetmişim diyorum kendime. Öte yandan tek mutluluk adam bu benim. Ya keşfetmeseydim, çıldırırdım herhalde, sabuklayan, bir türlü kendisi olamayan birine dönüşürdüm büyü, tek gerçek olarak durup dururken şu dünyada.

Şimdi var olduğumu biliyorum, bu var oluşun beni yaşattığını; biliyorum ki ben şu yeryüzünün en önemli iki tansığıyla, yazıyla, okumayla tanışmış, eh karınca kararınca da olsa onlarla yaşamış, yaşayan biriyim.

Zaten benden geriye iki şey kalacak; okuduklarım ve yazdıklarım, kendilerine verdiğim emeğin tanıkları olarak. Eh, kazıldıkları buzlar erimezse eğer tiyatro çırpınışlarım, belgesel sinemadaki arayışlarım da eklenebilir belki bunlara.

Tanrım, bundan daha güzel ne olabilir?

 

(Okur İçin Not: Bu yazıdaki kimi bölümceler, “Öykülerimin Öyküsü” başlıklı yazıyla birebir aynı. Belli ki söz konusu bölümceleri iki farklı yazıda bu şekilde kullanmışım. Yazılardaki bu ortaklığa karşın, farklı içerikleri nedeniyle burada yayımlamayı, ancak bu durumu belirtmeyi gerekli gördüm.)