LE – Muammer Yapıcı

M.SADIK ASLANKARA

Muammer Yapıcı

04 Aralık 2010 Cumartesi saat 16.00.

İzmir, Konak Belediyesi Alsancak Türkan Saylan Kültür Merkezi…

M.Sadık Aslankara’yı ilk kez Vicdan Efe’den duyduğumu söylerken, bu güne kadar her hangi bir kitabı tam olarak okuyamadığımı da söylemem gerekiyor. Ama Sarayköy’lü olduğunu öğrenince söyleşiye gitmeden önce hakkında biraz araştırma yaptım.

Araştırmalarım sırasında Sarayköy’ün eski zamanlarda Sarıgöl olarak isimlendirilmesi beni ilgilendirmişti. Çünkü memleketimin şu andaki ismi Sarıgöl’dü. Birbirine kabaca 60 km. uzaklıktaki bu iki yerden memleketim Sarıgöl Gediz Ovasında, Sarayköy ise Büyük Menderes Ovasında olmasına rağmen iki yerin geçmişinde de sarı sulu bataklıklar ve gölcükler olmuş, biz Sarıgöl olarak kalmış, Sarayköy’de belki Türkmen aşireti reisi Sarıbey hatırına Sarayköy olmuştu.

Yazarı görüp dinlemem için bir sebep daha vardı. Yıllar önce Ferhunde Hanımlar dizisinde psikolog rolündeki kıvırcık saçlı adama çok benziyordu…

İzmir’de Atatürk Lisesi 2.sınıfa giden, kendi memleketim Sarıgöl’lü olan Ahmet Özhan adında bir genç tanıyordum. Birden böyle bir etkinliğe gidebileceğini düşünerek çağırdım. 15 yaşında gençlik ile çocukluk arasında duraksayan kendini eski eşyalara ve arkeolojiye adayan ince ruhlu biriydi. Birlikte gidip en öndeki sıraya oturduk.

Konak Belediyesince yazarın “Le” adlı bir romanı dağıtıldı.

Çevreme baktığımda Ahmet izleyicilerin en küçüğü olduğu gibi, belki de izleyicilerin en genci Ahmet’ten 15 yaş kadar büyüktü. O’nu Vicdan Hanımla tanıştırdım. Şimdide elinde tuttuğu bir romanın yazarını ilk kez bu kadar yakından dinleyecekti. Fotoğraf makinesini hazırladı…

Öyle görünüyordu ki salonda bizden başka herkes bir yazar havasındaydı. Konuşmalarda bunu gösteriyordu zaten. Ancak, benim tahminim şehirde yaşayıp ta ucundan kıyısından azıcık yazan çizenler kabaca bu topluluğun 30 katı yada 40 katı sayıda olmalıydılar, belki daha da fazla! Çünkü; İçinde bulunduğumuz toplumun genel değişimine baktığımızda, dün yazarın yapmaya çalıştığı şeyi bu gün halkın, en azından genç ve orta yaşlı şehir insanının günlük davranışları içinde yapmaya çalıştığını görmekteyiz. Bu durumda yazar kendine daha ileride bir yer bulmak zorunda!

M. Sadık Aslankara’nın henüz romanını okumadan önce konuşmalarını yorumlayarak çıkardığım sonuçlar şunlardı:

İnsanın doğması, büyümesi istekli ve coşkulu büyümesindeki sırrı kullanarak bunu yazı dizilimlerine uygulamak ve böylece başka bir insanın bu duyguları takip ederek yazılarını okumasını sağlayabilmek istiyordu. Konuşmalarından bu konuda oldukça kafa yorduğunu, insanları ve kendini bir insan olarak gözlemlediğini, bu işin sırrını basit bir metoda dayandırarak nasıl yapılabileceğini sorguladığını hissediyordum.

Cinselliğin çekiciliğinin nasıl sağlanabildiği konusunun bütün yazarların kafasını en çok meşgul eden konu olduğunu, konuşma ilerledikçe M. Sadık Aslankara’nın da bu çekiciliğin ritmini cinsellik içermeyen cümlelere bir şekilde aktarma çabaları olduğunu düşünüyordum. Kanımca her düşünen insan çocuk doğurtabilecek ve doğurabilecek kadar yaratıcı duruma gelebilen bu heyecanın şifrelerini çözmek ve bunu mekanik olarak sonsuza kadar çalışabilecek şekilde kullanabilmek istiyordu. Aynı gidiş yolu izlenerek sıradan kelimelerle okuyan veya seyreden kişinin mekanizması nasıl ateşlenebilirdi?

Sanırım yazar bunları geçirmişti kafasından ve bu teknikle bir çok hayatın bir çok karakterin yaratılabileceği kanısı uyanmıştı kafasında. Birbirine bağlı yap boz parçalarından oluşan ve her yönlü iç içe geçebilen bir metot olması gerektiğini düşünüyordu.

Okuyan veya izleyen tarafından da baktığımızda aslında en azından Türk sanatçısının anlatımında bir tıkanma olduğu hissediliyordu. Bu nefes alamama gibi bir durumdu, yani heyecanla kolayca nefes alabilen bir çocuk doğurtulup büyütülemiyordu.

Keza bu arayışlarla ilgili kıpırtılara şahit oluyordum. Örneğin geçenlerde İzmir Karikatürcüler Derneğinin hazırladığı “Milli Eğitimde Karikatür” konulu bir panel vardı, ama salonda 10-15 kişi ya vardı ya yoktu. Oysa ben bu paneli, gitme zahmetine katlandıktan sonra çok önemli bir arayış olarak bulmuştum. Çünkü bilginin genç kesime veya öğrenciye ulaşamadığı sorgulanıyor, bir metotla yaklaşılması gerektiği irdeleniyordu.

M.Sadık Aslankara olaya biraz daha kapsamlı ve çok elemanlı bakıyordu.“Yazarlar tiyatro konusunu karakter yaratma kavramını öğrenmeli” diyordu. Evet doğru! “Şu yaşımda gitar çalabilsem” gibi, söylevleri bir çok metodun bir arada kullanılmasına dair arayışlar içeriyordu.

“LE” romanı hangi bölümden başlanırsa başlansın ve sonra hangi sırayı takip ederseniz edin okunabilecek şekilde üç bölümden oluşturulmuş. Böyle bir ip ucu verdi kendisi. “Hatta etkili olup olmadığını anlayabilmek için keşke romanı hiç okumamış farklı kişiler, 2.bölüm, 3.bölüm, 1.bölüm, 1.bölüm, 3.bölüm, 2.bölüm gibi farklı sırayla okusalar da ne sonuç çıkacağını laboratuar ortamında birlikte bakabilsek!” diyordu..

Söyleşi bittiğinde imza kuyruğunda beklerken Ahmet’in düşüncelerini almak istedim. Bu yazar O’nun hayatında iletişim kurduğu ilk yazar olacaktı. Bu ortamdan hoşlanmış olduğu belliydi ama hangi yönlerden hoşlandığı konusunda bilgisi yoktu. Tarzı ve kendine ait bir yazarı olup olmadığını okuyup ta en son aklında kalan kitabı sordum. Ürkek, kesik kesik ve arayışlı, “Madam Bovary” dedi. Konuşmadan bir şey anlayıp anlamadığını sordum. Yine aynı tavırla “Biraz daha büyük olsam anlayabilecekmişim gibi hissediyorum” dedi.

Kitabı “Sarıgöl ve Sarayköy” olarak imzalattık, fotoğraf çekildik..

Eve geldiğimde Lise son sınıfta okuyan ve harıl harıl Üniversite sınavına hazırlanan kızıma “Bak sana bir roman aldım” dedim. Oturduk biraz, kitabı eline aldı,önüne arkasına, ön sözüne baktı, içinden bir sayfa açtı sanıyorum 7-8 satır okudu. “Sanatsal bir anlatımı var, ama cümleler anlaşılabilir ve sade” dedi.

“Çok okunan ve çok satılan romanlarda daha çok ne aranıyor?” dedim. Şunu söylüyordu: Bir olay oluyor ve o olaydan bazen uzaklaşılıyor, bazen yaklaşılıyor, bazen olayın çevresinde dönülüyor… Fırsatı olduğunda romanı sıkılmadan okuyabileceğini düşündüm ama esas mesele durduk yerde şurada bir roman vardı onu okumalıyım deyip demeyeceği idi!…

Benim hayatımda ise tam olarak okuyabildiğim bir kitap yoktu. Sadece hayatımın en güzel okumadığım kitabı vardı. Zorba!…Sanıyorum 60. sayfalardaydı, ansızın kapattım ve bir daha açmadım kitabı. Çünkü yaşadığım yerleri ve Ege’yi ondan öğrenerek yaşayamazdım. Kopya çekmekten korkmuş, yaşadıklarımın bana ait şekiller olarak kalmasını istemiştim…

Başka kitaplar okumadığım gibi “LE” romanını da okumamıştım. Her kelimeyi bir kere okumaya ve bir daha aynı kelimeye dönmemeye kararlıydım. Tiyatro seyreder gibi yani. Oyuncuyu ikinci kez oynatmaya gücüm yetmemeliydi. 54 yaşındaydım ve erkek cinsindendim..Üstelik “Gül” ü, “Le” si falan beni o kadar ilgilendirmiyordu. Ayrı isimli birer insandılar onlar..

2. Bölümden başladım okumaya, yani “LE”..

Başladığım ve 2 saat içinde bitirdiğimde beni durduran biri olmadı. Su gibi akıp gitti.

İstanbul…

Oldukça dik bir yokuş, iki tarafa dizilmiş rutubetli evler, orta halli, dünyadan bey haber kendi halinde tıkırdayan dükkanlar ve o yokuşun en tepesinde etine dolgun ama güzel, sert ama birkaç parça kırığıyla hareket edebilen, bazen bütünleşen ama hiçbir zaman için dağılmayan bir kadın. Her halde bu kadın dışarıda deri mont giyer yanında siyah bir kamçı gezdirirdi. O kadar değişken isim arasında aklımda kalan ismi Perihan. “Han”; Eskiden çok uğranılan  yerlerden biriymiş. Ama hala heybetli ve göz alıcı olmalı.

İşte bu kadın bu dik yokuşun başında her iki yönü kontrol edebilecek bir binada oturur. Nede olsa polisin pasaport dairesinden emekli olmuştur. Tombul ve kara yağmur bulutlarının gölgelerinde yosun tutmuş bina, her an pırıl pırıl dantelli yumuşacık iç çamaşırlarını okşayan memelerini açıverecekmiş gibi durur. Bazen emektar bir gemi kaptanı uğrar bu hana, olsa da olur olmasa da gibisinden. Zaten kaptanında Ankara’da bir karısı vardır. Ama bu kadının yetişmiş bir oğlu vardır, barda çalışır, babası ile çoktan boşanmıştır bu han gibi anası, kaptanı da tanımaktadır.

Taa alttan başlayıp ıhlayıp mıhlayarak ama yinede yokuşu çıkmaktan geri kalmayan orta yaşlı zayıf ve ürkek bir adam en tepedeki bu eve doğru yol almaktadır. Kan, yada kader iki yanda birbirine iyice yapışmış binaların arasındaki koridordan onu en tepedeki o binaya doğru çeker. Karşı daireye yerleşir.

Adam ne istediğini ne aradığını bilmediği gibi neyi istemediğini de bilmediğinden ne yerse yesin midesi bulanır ve kusacak duruma gelir. Tek çare elinde bir leğenle gezmektir, yada cep dolusu poşetler. Bu sebeple tek dostu onun derdini anlayan leğendir. Bu sefer kusmukları ve kokusunu hayatından uzaklaştırma derdi düşer yüreğine. Temizlenemeyen kan izleri gibi, uğraşır durur onlarla, her yanı klor kokar. Arguvan ağaçlarının pembe mor çiçekleri, şeftali ağacının gelişemeyen soluk meyveleri, erik ağaçlarının ince dalları kusmuğunun kokusu ve rengiyle sarar yüreğini.

Belli ki asıl sevdiğini ararken eli coplu tombul kadına sürtünmek için gelmiştir buraya. Ancak, kadın düğmelerini açıp sürtündükçe kusmukları ağzına gelen adam kaçar. Kadın oynar adam kaçar. Hani sinemaydı derdi! Üstelik elinde hazır gönüllü oyuncuda var. Ne emmeye gelir ne gömmeye, sadece mızmızlanmakta, tombul kadını kızdırmaktadır. Sonunda çantayı yer kafasına.

Bir sevgilisi olmuş bir zamanlar, Aysel’mi, Arguvan’mı, Gülarguvan’mı her neyse, yokuşlar iner, düzlüklere geldiğinde hep Ortaköy tarafına döner, yine yokuşları çıkmak ve bir U dönüşünü tamamlayarak Yıldız Koruluğunda kaybolmak ister. Ne arıyorsun be koçum, neden korkup ürküyorsun bu kadarda bilelim…

Cumhuriyet nasıl kuruldu der kafasından. Oysa kapı arkasında birikmiş gazetelerin tozu üstünde durmakta, o kendi kusmuğunu temizlemekle uğraşmaktadır hala. Babasını beğenmezken birden İzmir’de otururlarken babasının yaptığı tahta masa gelir aklına. Cumhuriyet İzmir’siz, İzmir “Fuar”sız asla anlatılamazdı! Babası rabıta tahtalarını ters koyar yere ve ne yaptığını sorar çocuklarına. Sadece “Ana” ları bilir babasının ne yaptığını, “Aaaaa sen masa yapıyorsun” der. Babaları binbir zorlukla oturtur masanın bacaklarını. Bahçe kapsını görecek yere kendisi oturur. Ona göre baba dış kapıya bakmalıdır daima, ana çocuklarına ve ailesine dönmelidir yönünü, büyük çocuklar sağda, küçükler solda kalbe yakın olmalıdır. Masanın sağlam, ailesinin güvende durduğunu gördükten sonra doldurduğu rakı kadehini kaldırır şerefe…

Ya sen ne yaptın?

Bu soruyu sorduğu anda İzmir Fuar’ının 9 Eylül kapısına doğru 4 kardeş bisikletle giderlerken bisikletten düştüğü günleri hatırlar. Sadece düşmeyi mi öğrenmişti? Düştükten sonra düştüğü yerlerin boşluklar olduğuna şükretmiş, belki bu sayede Fuar alanındaki gezintilerinde meydanlarla boşlukların farkını öğrenmeye başlamıştı. Fuarda boşluğa işeyen ve orayı göle çeviren bir çocuk heykeline bakarken dalıp gittiği ve kardeşlerinin kendisine güldüğü günleri hatırlamıştı.

İstanbul’da ne eski boşlukların nede bir zamanlar kendisinin de yarattığı eski meydanların kalmadığını görür. Sıkıştıkça kaçar, kaçtıkça dolanarak yine başladığı yere döner. Şu üç günlük dünyada üç günlüğüne kız kardeşi gelip eli coplu tombul kadınla birlik olsa da kısa bir süre nefes alır bu şehirde, ezan sesleri doldurur boşlukları ve meydanları. Oysa o eski sevgilisini bulabileceği küçücük bir boşluk izi arar. Dik yokuşları tırmanıp yükselerek, kara yağmur bulutlarını delip doyasıya nefes alabileceği, güneşin koynundaymış gibi koynunda sere serpe yatabileceği bir kadın arar. Ancak; Dik yokuşun başındaki eli coplu tombul kadın onu çağırmakta, o ise tepenin başına isteksizce tırmanmaktadır.

İlk okuduğum 2. bölümden sonra sonuncu ve 3. bölümü okumaya geçiyorum…

Bir anda gidemediği ve gitmeye burun kıvırdığı o tepede koca ve kara bir delik açılır. Beğenip de beğenmediği eli coplu tombul kadın ölüvermiş gözünü diktiği kara yağmur bulutlarına çeken koca bir fırtınaya yakalanmıştı. Kadının barmenlik yapan oğlu teslim olsa da onu çeken bu rüzgarın uğultusundan, kadını tanıyor olmaktan ve yapamamış olduklarından korkar. Ya polis benden şüphelenirse!  Kapıları kilitler perdeleri sım sıkı kapatarak toplu iğne başı kadar aydınlıktan bile korkarak yataklara işer. Şimdi yalnız başına ve bu karanlıktan tek başına çıkmak zorunda bırakılmıştır.

Ancak bir yandan da bu karanlığı kaybetmek korkusu sarar her yanını. Çünkü bu karanlık perdenin üzerinde kendine ait yeni ve aydınlık bir hayat kurmak ve o hayatı başkalarına tasdik ettirmek zorundadır.

Yine de Ömer Lütfü Akad’dan yardım istemek zorunda kaldığının farkında değildir. O yolda giderken dahi babasını eleştirmekten, yaptığı tahta masayı küçük görmekten vazgeçmeyecek, annesinin dayak yediğini ve kız kardeşlerinin öcü gibi babalarından korktuğunu ve bu yüzden evlenmek zorunda kaldıklarını düşünecektir.

İşte bu noktada okuyucu 5 kız kardeşten sonra ailenin en küçük oğlu  olduğunu yeni kavramaya başlar. Oysa İzmir’deki eski günlerin anılarını düşünürlerken dört erkek kardeşin tek bisiklete binmeye çalıştığını ve en küçükleri olan bunun hep bisikletten düştüğünü ve onları yayan takip etmek zorunda kaldığını sanıyorlardı. O kendine İzmir Fuar’ında boşluğa çiş yapan küçük çocuğu örnek alan erkek bedenine bürünmüş 6 kız kardeşten en küçüğüydü. İşte buna içerliyor babasının “erkek çocukları dövmeye gelmez, pısırık ve korkak olurlar” sözünü düşünüyor, yine de bir keresinde yediği bir tokatla yeri öptüğü günleri hatırlıyordu.

Sürücüsü kendisi olmayan bir araba ile Antalya’da Teke yollarına düştü. Sözde ormanların faydasını anlatan bir belgesel film çekecekti. Aynı hataları yapıyor, aynı “U” dönüşleriyle geldiği noktaya geri dönüyor her seferinde başka başka ağaç ve çalı topluluklarına çakılıyordu. Yokuş yukarı gitmeye alışık değildi çünkü. Ne zaman karşısına bir engel çıksa hep bir bahane buluyordu nasıl olsa. İyi ki bahane bulacak birileri vardı. Adam ölmüş gitmiş hala ona yaslanıp hamle yapabiliyordu.

Nihayet ıssız ormanda birini bulmuş ve o ilk bulduğu erkeğe hayran olarak babası ilan etmişti. O’nu tanıdıkça “babam olmalıydı bu benim” diyecekti. Harun’du adı. O’nu daha da tepeye, misafir olacağı zirveye götürecekti. “Ne demek katıra binmek, ben yürürüm” dedi, düştü peşine.

Spor ayakkabıları olmasına rağmen ilk benimsediği şey ayağına seve seve geçirdiği kara lastikler olmalıydı. Köknarları sedirleri tanımaya, orman gözetleme kulesinin olduğu yerde Harun ve ailesinin kaldığı yerden ayrı, üst üste bindirilmiş iki eğreti odadan üstteki olanında kalmaya başlamıştı. Alt katta kalınmıyordu, erzak deposu gibi bir yerdi. Kaldığı odanın küçücük pencereleri dışarıdaki dünyayı o kadar büyütüyor o kadar renklendiriyordu ki o kameranın başında günlerce aylarca beklemek istiyordu. Artık yatağına işemiyor kusmuğuna karışan Erguvanlar burada çiçek açmaya başlıyordu. Eli coplu tombul kadına yazık olmuştu. Neydi adı? Perihan.

O’nu bu dağın tepesine getiren Harun babasından da güçlüydü. Bu yüzden bazı büyük sedir ağaçlarına bin yıllık hatta daha fazla diyen Harun’a inanıyor “Katran” denilen o ağaçlara tapmaya başlıyordu. Bu ağaçlar olduğu gibi yerlerinde korunmalıydı, orman korunmalıydı.

Oysa babasının öğretmeye çalıştığı şey ve belki de rabıta tahtaları bu ağaçlardan yapılmış bir masaydı. Bir ağacın insan aklıyla şekil alması ve aynen bir insan gibi ayakta duruşunu anlatmak istiyordu. Erkek olan ve yaratıcı olan kimdi? Ama o babasının ne yaptığını hala öğrenmek istemiyor, Harun’un şekil veremediği katran ağaçlarına inanmak istiyordu.

Bunu gözleri kör olduğu halde tek görebilen, Aysel nene sandığı Havva nene oldu. O karanlık perdeye akseden gölgeleri çok daha iyi görebiliyordu. Bu yüzden onun eline ayağına kapanmaktan kendini alamıyor “Nenem benim” diyordu. Havva nene ise aslında Harun’un evli olduğunu ve buna rağmen Nazlı kızını kaçırdığını ve kuma götürdüğünü söyleyerek Harun’a lanetler yağdırıyordu…

Kusmalar çoktan bitmiş içine kustuğu leğenden belki de sadece “Le” kalmıştı aklında. Harun’un karısı bir sini içinde yemekler getirip bırakıyor, bakışlarını ve peçesinden açığa çıkan dudaklarını o sininin içinde bıraktığını düşünüyordu. O’nun verdiği kalp şeklindeki nazarlık hangi anlama geliyordu. Sevmek bu kadar basit bir şey olmasına rağmen ona ulaşmak tam tersine bir o kadar daha zordu..

Bu karanlık dünyasına düşmeye başlayan aydınlıktan telefon sesi uyandırdı onu. Karanlıkta el yordamıyla aynı şifreler ve aynı şakırtı şukurtu sesleriyle kilitlediği kapıya doğru yöneldi. Telefonu kaldırdığında bir kadının sorduğu “Sen ibnemi sin?”  sesiyle irkildi birden. Son duyduğu “sin” sesi karanlık ve karmaşık dünyasını gümüş renkli yuvarlak bir sini içinde döndürmüş ve adeta ağzına dayamıştı. Hiç kuşkusuz olanca iştahıyla kabul etmeye, dibine kadar sevmeye hazırdı.

İşte o kadın aşık olacağı kadın, sevmesini öğreten Kürt Alevi yada Alevi Kürt Aysel, yada Deli Aysel, yada Erguvandı. Bu yüzden Teke’de katran ormanının tepesinde Aysel nine sanmıştı Havva nineyi.

Deli Aysel sinemadan tanıdığı deli dolu uçuk bir kadın artistti aslında. Ancak birebir bir dokunuşluğu yoktu. Batılı bir damatla doğulu Kürt Alevi bir kadının evlenmesini hikaye eden bir senaryoda düğümlenecekler ve bu senaryoda çözülmenin coşkusunu birlikte yakalayacaklardı.

Onların birbirlerinin derin boşluklarına düşerek birbirlerini bu boşluklara giden ince dehlizlerde heyecanla aramalarına sebep olan, bu dehlizleri adeta parçalayarak tek boşlukta birleşme ihtiyacı hissettiren, yol göstermeye ve şekil çizdirmeye çalışan yine o beğenilmeyen ve eleştirilen baba olmuştu. Önce annesini altı ay sonrada babasını kaybedecek, koca bir kafes içine düşerek bu kafesi incelemeye başlayacaktı.

Belki, babasının rabıta tahtalarını ters koyup, ne yaptığını çocuklara sorarak göstermeye çalışması, onları düşünmeye zorlaması vermek istediği son ders olmuştu. Neden o masada giriş kapısına dönük oturuyordu, neden her şey bitip masanın ayakları yere tam basıktan sonra rakısını yudumluyor, neden bazılarını sağına bazılarına soluna alıyordu? Bütün bunlar bir düğüm olarak kalmıştı kafasında ve bu düğümleri çözemiyordu.

Babası bir çok resimler çizmiş o resimlerde neler olduğuna bunca zaman  neden merak etmemişti!

Oysa annesi babalarıyla aynı masaya oturduklarında yönünü evin içine ve ailesine karşı vermişti. Kadındı ve erkeği tamamlar biçimde ayrı görevleri vardı. O dış kapıya değil kendi içlerine  bakabilmek için babası tarafından görevlendirilmişti. Zaten babasının ne yaptığını şıpbadanak o biliyordu ancak. Eğer sözle yönünü döndüremiyorsa gerekirse dayakla buna mecbur etmeliydi. Ancak o zaman derin boşluklarımızı birleştirebilirdik.

İşte bu sebeple bütün bu düğümleri çözecek olan aileden yine bir kadın parmağı olmalıydı. Beş yaş küçük olmasına rağmen İzmir’de oturmakta olan Serpil!.. Bu sebeple babasının yaptığı resimleri, kuş kafesini, eski fotoğrafları, anıları saklamalıydı. Çünkü hem babanın ne yaptığının hem de annenin ne yaptığının farkındaydı. Bu kafesin içindekilerin hikayesinin yine babalarının babası ve onun karısıyla yani Aysel neneyle Tunceli’ye uzandığını hissediyor olmalıydı. Ağabeyinin aşkı Aysel’i, Deli Aysel’i, Gülerguvan’ı daha tanımadan destekliyordu…

Bu kafesin kuşları nerden gelmişti? Gülerguvan;  O’na, biricik aşkına verdiği bir senaryo taslağıyla bunu anlatmak istiyor ve “Orda kuşlar” diyerek bağırıyordu adeta. Her ikisi de bu sürülerle uçmaya başlayan kuşların nerelerden geldiklerini nerdeyse bulmuşçasına birbirlerine sarılıp o kuşların kanat seslerine karışarak bir bütün olmak istiyorlardı…

İşte; M.Sadık Aslankara’dan kalanlar bunlardı!

04 Aralık 2010

31  Ocak  2011

Muammer Yapıcı