LE KİTABINA DAİR ÖZNEL BİR DENEYİM : İLE, LE, İ DÖNGÜSÜ YA DA 321=123
Emel Kayın
“İ
‘İle‚ benim kelimemdi. ‘İle‚yi Oruç Aruoba aldı. ‘Le‚yi Sadık Aslankara aldı. Bana da kala kala‚‘İ ‚ kaldı.
E. Kayın „
Dünya yüzündeki her şeyin özünde birbirinin aynısı olduğu sezgisi ile her şeyin biricik, öncesiz ve sonrasız olduğu düşüncesi arasındaki kadim paradoks, felsefenin, teknolojinin, politikanın konusu olduğu kadar sanat alanının ve çok yoğun biçimde de edebiyatın meselesidir. Böyle bir çıkış noktasından bakıldığında, bu satırların Le kitabı hakkında eleştirel bir metin yazmak yerine, kitaba ilişkin kendi okuma deneyimini aktarmayı tercih edecek olan yazarının merak ettiği iki durum var: Öznel bir okuma yolculuğunda, türleri, biçimleri, ölçekleri, dilleri birbirinden çok farklı üç edebiyat ürünü olan İle, Le ve İ arasındaki döngüsel bir akıştan söz edilebilir mi; ayrıca Le romanını farklı noktalardan başlayarak okumayı denediğimizde kitaptaki bölüm sıralamasına referansla 321=123 diyebilir miyiz?
Le kitabına dair irdelemelere geçmeden önce önemle vurgulanması gereken, İle, Le ve İ arasındaki varsayımsal akışın, kişisel bir okuma deneyiminden doğan bir çıkarım olarak anlamlandırıldığıdır. Farklı bir anlatımla söylenecek olursa bu çıkarım, Le romanının yazarının zihninde meydana gelmiş olabilecek bir akışa değil; İle ve Le kitaplarını birbirlerinden çok uzak zamanlarda okumuş, onları okuduktan sonra da İ adlı bir kısa öykü yazmış olan bir yazarın imgeleminde beliren bir akış haline işaret etmektedir. Bir okurun okuduğu kitapla içtenlikli bir ilişki kurabildiği anın onu hayatındaki diğer kitapların içinde konumlandırabildiği noktada başladığı, bir yazarın başka bir yazarın kitabıyla ilişki kurabilmesinin ise onu kişisel okuma-yazma deneyiminin içine yerleştirmesiyle mümkün olabileceğine dair inanç, sözü edilen akışı tartışabilmek için başlangıç noktasını oluşturmaktadır.
Bu yazının asıl öznesini Le romanı oluşturduğundan, kitabın yazar bir okurun zihninde yarattığı döngüyü ya da kitaba dair farklı okuma olasılıklarını tartışmaya başlamadan once, yapıtın hayata ve edebiyata karşı takındığı tavır üzerinde birkaç saptamada bulunmak gerekecektir. “Gül”, “Le”, “Sin” adlı üç bölümden meydana gelen ve okuyucuya “birbiriyle ilişkili üç uzun öykü” ya da “farklı noktalardan başlanabilecek bir roman” olarak okunabileceği duygusunu veren Le kitabı, aşk, cinsellik, sokaklar, evler vb. olgulara odaklanan bir görünümler yığınağının ardında, büyük kentin içinde, yarı yenik düştüğü ideolojik mücadelelerin yorgunluğuyla yaşamaya yazgılı bir aydının hikâyesini anlatmaktadır. İktidar ve baskı olgularının sadece dış dünyadaki var olma biçimlerinden değil, gündelik hayattaki bireysel ilişkilere taşınmış ve kaçınılmaz biçimde kendi iç dünyasına sızmış hallerinden de yorulmuş olan aydın birey, kimi zaman mekân, kimi zaman aşk, kimi zaman da cinsellik alanına yansıyan huzursuz bir arayış halindedir. Sözü edilen hikâye, devingen, değişken bir anlatımla ve gerçekliğin dünyası ile sinematografik dünyanın her an içiçe geçtiği bir örüntünün içinde verilir. İsimler ve olaylarla kurulan oyunlara dahil olan roman karakterinin beyninde kurduğunu sezdiğimiz entellektüel düşsel hayat, gündelik hayata kaçınılmaz biçimde akarken sürekli olarak onunla çatışır. Her durumda da sonuç, aydının mutlak yorgunluğu ve sokaklardan başka sokaklara, evlerden öteki evlere, büyük kentten uzak dağlara uzanan sonsuz kaçış arzusu olacaktır.
Le’nin roman karakteri, kendisini günümüz aydınının büyük trajedisinin içinde güçsüz; ama her şeye rağmen yaşamaya yazgılı hisseden bir adamdır. Kocaman İstanbul’da, güçlü bir fırtına gibi gelip geçmiş kalabalık mücadele günlerinin ardından içine düştüğü kocaman bir yalnızlığın ortasındadır. Yalnızlığını geçici aşklar ve sevişmelerle gidermeye çalışırken her sefer kendisini daha da yalnız hissedecek, “İnime dönmek, ne olursa olsun yaşamımı sürdürmek zorundaydım.” diyerek (Aslankara, 2010, s.41) yarılmış benliğine geri dönecektir. Romanda gerçekle düşsel karakterler olmak arasında gidip gelen ve aşk, cinsellik, aile, dostluk temsillerini karmaşık bir örüntüde yansıtan sayısız kadın adı sayılır. Aysel, Gülerguvan, Güler, Gül, Perihan, Tekgül, Birgül, Nurgül, Sevgül, Songül, Perihan, Ayfer, Bahar, Alev, Meral, Serpil, Hava, Suna, Nazlı gibi adlar taşıyan kadınların hiçbiri roman karakterinin içindeki boşluğu kapatmaya yetmez. O boşluk, Harun karakterinin dışında adları söylenmeyen ve baba, kumandan, kaptan, hoca gibi kimlikler içinde varlık gösteren eril bir dünya tarafından yaratılmıştır. Maşuklar Yokuşu, Çömezler Sokak, Arife Sokak, Kalıpçı Yokuşu, Selim Apartmanı, Yıldız Korusu, Kapalıçarşı, İzmir Fuarı, Beyazıt Meydanı, Gezi Parkı, İstanbul, Tunceli, Muğla, İzmir, Antalya, Elmalı, Korkuteli, Teke Yarımadası, Abdal Musa gibi sayısız yer adı ve coğrafyalar atlayan mekânlar da, tıpkı çokluklarından anlam yitiren kadın isimleri gibi, içselleştiremediği yeni dünya düzeninde yitik yaşayan aydın bireyin yitmişliği duygusunu güçlendirmektedir.
Le romanının üç bölümlü kurgusu irdelendiğinde, öncelikle metindeki herbir bölümün ötekini izlemenin yanısıra kendi iç yapısını kurduğu ve kendi gerilimini yarattığı söylenmelidir. Romanın “123” anahtarıyla baştan sona okunabileceği gibi “321” anahtarıyla sondan başa da okunabileceğini düşündüren en önemli veri, kitabın barındırdığı sinematografik örüntüdür. Kitabın “geçirgen bir yapıda kurgulanmış üç uzun öyküden oluşma hali” ile “roman olma hali” arasındaki esnek yapısı okuyucuya olanaklar açmakta; bu tutum okur açısından üç bölümlü sinema filmlerinde olduğu gibi baştan sona ya da sondan başa yol alınabileceği izlenimi uyandırmaktadır.
Le romanında kullanılan gerilim, baskı, korku, isyan, huzursuzluk, arayış gibi öğeler, sadece roman karakterinin yaşadığı mekânlarda değil zihninde de yerleşik olduğundan nereye gitse onlarla yüzyüze gelmekte; okur da aslında karakterin hikâyesinin izini sürmek yerine adı sayılan öğelerin var olma süreçlerinin izini sürmektedir. Dileyen okuyucu bu izi “123” anahtarıyla “yaşanılan zamanın düz akışı” üzerinden, dileyen okuyucu da “321” anahtarıyla “hatırlanan zamanın geriye dönük akışı” üzerinden izleyebilir. Le romanının ideallere adanmış mücadelesinde yorgun düşmüş karakteri nereye giderse gitsin acı çekmekte, gerçek dünyanın anlamsız akışını sorgulamakta, bireylerin, yerlerin, olguların kaçınılmaz aynılığını fark ederek kendisini de içine kattığı bir sorguyla değiştiremediği her şeyle yüzleşmek durumunda kalmaktadır. Yüzleşme baştan sona gidilerek gerçekleştirilse de, sondan başa gidilerek gerçekleştirilse de hiçbir şey değişmeyecektir. Kuşkusuz böyle bir deneyim, anlatılan hikâyeyi boşluksuz, kesintisiz ve sıralı öğrenmek isteyen okuyucular için değil; her edebiyat yapıtının farklı bir oyun kurduğunun bilinciyle oyuna dahil olmak isteyen ve olayın değil göstergenin peşinden koşmayı benimseyen okurlar için önerilecektir.
Peki Le romanı bu satırların yazarının zihninde neden İle kitabına, oradan da “İ” öyküsünün üretimine bağlanıyor? Şiirsel metin ve roman gibi bambaşka yollardan ilerledikleri için birbirleriyle hiçbir ilişkileri yokmuş gibi görünen “İle” ve “Le”, temellendikleri özün ya da eleştirdikleri olguların yakınlığı açısından tanıdıktırlar. İfadelerde başvurulan soyutlama, deneysel arayışlar ve döngüsel biçimde içten dışa dıştan içe yönlenen ideolojik eleştiriler, bu tanıdıklığın temel yapılarını oluşturmaktadır. Yapıtlar adlarından başlayarak okurlara, kelimelerle kuracakları oyunların ya da metnin içine sakladıkları göstergelerin haberini vermektedir. Yanlarındaki başka sözcükleri ya da başka heceleri bir bakış açısından yitirmiş, bir başka bakış açısından da onlardan kurtulmuş yalın-yeni kelimeler olan yapıt adları, okurların okuma eylemine dünya yüzündeki yalanlara dair sorularla başlamalarını olanaklı kılmaktadır. İle kitabında okurun yalanın yüzüne bakmak zorunda kalacağı daha kitabın başında, “Her içtenlik çabası gidiyor, dolambaçlı ilişkilerimizde kurduğumuz sahteliklere çarpıyor” cümlesiyle ifade edilirken (Aruoba, 2010, s.15); “Güvenimi ne zaman yitirdim ben?” sorusunun sorulduğu (Aslankara, 2010, s.41) Le kitabında okur yalanla yüzleşmek için, roman karakterinin gerçekliğini her an sorguladığı ilişkilerinin peşinde, evler, yatak odaları, sokaklar, dağlar dolaşmak durumunda kalır.
İle kitabında da, Le kitabında da yazarlar aşka ya da cinselliğe dolanıp dünyanın hallerini ve aydının bu dünyadaki açmazlarını sorgularlar. İle’de daha soğukkanlı ve felsefik bir ifade yolu seçilirken, Le’de, hareketli, ayakta kalmayı başarabilmek için zaman zaman olup bitenle dalga geçen ve trajedinin gündelik hayatın ardına gizlendiği bir ifade yolu benimsenir. “Önce” adlı bölümle başlayan İle kitabı, bu başlangıçla hem sonrasını hem de birbirine bağlanan olguları düşündürürken, Le kitabında bölümlere verilen “Gül, Le, Sin” adları, arkalarına sakladıkları aşk, insan, ölüm izlekleri kadar bir araya geldiklerinde oluşturdukları ifade açısından da sorular açarlar. Metnin her bölümünün bir numara aldığı İle kitabında hiç isim geçmezken; bazılarının gerçekliği kuşku yaratan bir yığın ismin dolaştığı Le kitabının, “insan ve insana dair olma” hallerinden çıkılan bir noktanın temsili olarak kullanılan “Le” sözcüğü ile anlamlandırılmış olması dikkat çekicidir. İle’de her an elden kayan sonsuz bir mekân varken, roman karakterinin “2 numara da, 3 de, 4 de böyle yapıyordu, kulağıma gelen sesler, ortak şifrelerle yaşadığımızı gösteriyordu bana.” cümlesini kurduğu Le’de (Aslankara, 2010, s.11) mekânlar değişse bile her şeyin aynı biçimde sürdürüldüğü sezgisi oluşur. İle’de de, Le’de de, gerçek bir yalnızlık duygusuyla karşılaşılır. Yığınla insanın birbiriyle karşılaştığı Le’de roman karakterinin dünyasına Selim İleri referanslı “Cumartesi yalnızlığı” (Aslankara, 2010, s.11) ile vurgulanan büyük bir yalnızlık egemenken, iki kişilik ilişkilerden söz eden İle’de de anlatıcı tüm birliktelik hallerinin içinde tek başınadır.
Le de, İle de, bu iki kitabı okumuş bir yazarın zihninde gerçekleşen döngüsel bir akışın sonrasında yazılan İ de, hem biricik, öncesiz ve sonrasız hem de birbirleriyle aynıdır. Düşünen birey, İle’de ilişkilerdeki sahteliklere çarpa çarpa, Le’de büyük kentin karmaşık kayganlığında savrula savrula, İ’de de elindekileri yitire yitire yaralanmakta; ama hep yaralanmaktadır. Sonuncu halkayı oluşturan ve kendinden önceki yapıtlara dokunmayı deneyen “İ”, önceki ikisinin kelimelerle kurdukları oyuna dahil olmayı arzu ederken, oyunun ardında saklanan göstergeleri de önemser. Bu tutumu, yapıtlar arasındaki akışlar açısından okumak mümkün olabileceği gibi, dünyaya ve hayata ilişkin olarak Oruç Aruoba’nın “İle”, Sadık Aslankara’nın ise “Le” kelimesi üzerine yüklediği olanca ağırlığın insana referans veren “İ” harfi üzerine aktarılması olarak yorumlamak da mümkündür. İnsanın iç dünyasından dışa taşan, dış dünyadan da içeriye sızan baskıcı olgular, “İle”yi “Le”ye, “Le”yi de “İ”ye dönüştürmüş; hayatlar arasındaki “İle” köprüleri birer birer yıkılırken “Le”ye dönüşen varlıkların dünyasında insandan geriye kala kala “İ” kalmıştır. Tüm bunlar olup biterken edebiyatın yazgısı ise, geride kalana tutunarak yitirilmiş bütünü arama yolundaki çabasını sürdürmektir. Le romanında bu arayış, bazen 321’den 123’e doğru, bazen de 123’ten 321’e doğru varlık göstermektedir. Farklı bir anlatımla ifade edilecek olursa, Le romanına ilişkin öznel bir okuma deneyiminde, İle, Le, İ döngüsünün var olduğunu ya da 321’in 123’e eşit olduğunu söyleyebiliriz.
Kaynaklar
Aslankara, Sadık, 2010, Le, Can Yayınları, İstanbul.
Aruoba, Oruç, 2010, Metis Yayınları, İzmir,
Kayın, Emel, 2011, “İ”, Yayımlanmamış Öykü, İzmir.
Sadık Bey,
Merhaba. Galiba sonunda yazıyı bitirdim. Onu sizinle de paylaşmak ve elbette ki dilerseniz düşüncelerinizi duymak isterim. Kitaplar hakkında yazmak benim alanım olmadığı için yazıyı uzun zamanda ve epeyce düşünerek tamamlayabildiysem de böyle bir deneyimle karşılaştığım için sevindim. Yıllar önce Vitrivius’un “Mimarlık Üzerine On Kitap” adlı kitabı üzerine bir inceleme yazmıştım. Birkaç yıl önce de “Calvino’nun Görünmez Kentler” kitabını anlatan bir yazı yazma olanağım olmuştu. Bu durumda edebi bir kitaba dair asıl yazma denememin Le’ye rastladığını söylemem doğru olacak. Gerek ürününüzü bir çeşit arkeolojik kazının orta yerine koyduğunuz atölye gerekse bu çalışmadan ürün oluşturmaya yönelik paylaşımlarınız için çok teşekkür ederim. Tüm bu süreçten fazlasıyla yararlandım.
Dünya Öykü Gününüzü kutlayarak ve yeni günlerin yeni üretimler getirmesini dileyerek…
Emel Kayın
14.2.2011