Merdiven Altı Yazarlık, Yayıncılık…

M.Sadık Aslankara (09.03.17 yazısıdır.)

Merdiven altı, fason üretim, sonra taşeronluk vb. terimleri, kendi alanlarından koparıp sonra yazın dünyası içinde kullanabileceğimi hiç mi hiç usuma getiremezdim doğrusu…

Ne var ki kadın-erkek, genç-erişkin yazar adayları, bir yandan kendilerini geliştirmek, öte yandan hazırladıkları dosyaları yayımlatabilmek amacıyla büyük yayınevlerini epeyce dolaşıp da sonuç alamayınca, “yaratıcı yazarlık” kurslarında ya da atölye çalışmalarında ehil ellere düşemeyince işte o zaman sanki böyle bir durum çıkıyor ortaya. Oluşan boşluk derhal birileri tarafından kapatılıveriyor hemence…

İnsanımız depreme karşı dayanaksız olduğunu bile bile nasıl bir apartmanda yaşamayı göze alabiliyorsa yazar adayları da dosyalarının yayımlanmış olmasının ötesini düşünmüyor ne yazık ki… Yazarlık atölyesi başlığı altında katıldığı çalışmaları da içerdiği değerler bakımından birbirinden ayıramıyor. Böyle olunca da yazın dünyamız, bu olumsuzluğu sürgit taşır hale geliyor bünyesinde.

Böyle olunca kendi kitapları için, çocukları ya da ebeveynleri için yayınevi kuranlar gün gün artıyor, çünkü bir çözüm bulamıyor yazar adayları.

Yiğit Bener, son olarak yayımladığı öykü kitabı Öteki Düşler’de (Can, 2017), Ayşe Sarısayın’la kendisini, “İkimiz de şair/yazar babaların kırkından sonra yazmaya niyet etmiş çocuklarıyız,” (s.120) diye niteliyor.

Buna göre yalnız genç yaşta değil, diyelim kırkından sona da yazar olunabiliyor demek ki…

Çünkü düşlere gem vurmanın olanağı yok…

Nitekim Yiğit Bener, yazarlığı bu düşlerle ilişkilendiriyor. Şöyle:

“Zaten yazarların, sanatçıların tek bir işlevi varsa eğer bu dünyada, o da düş kurmanın mümkün olduğunu bizlere hatırlatmaktır ola ki. /  Becerebiliyorlar mı dersiniz, becerseler bile iyi mi ediyorlar? / Öyle ya da böyle, becerebildiklerini görmezden gelenlerin sayısı, değerini bilenlerden fazladır.” (ss.15-16)

Yiğit Bener’in bu satırları, her şeyi olduğu gibi ortaya döküyor aslında.

İnsanlar düş kuruyor, sonra da düşlerini paylaşmak için kapı kapı dolaşıp yayınevi arıyor kendisine. Olumlu bir yanıt alamayınca da buluyor bir merdiven altı yayınevi. Hadi bir de yazarlığımı geliştireyim diyerek öncesinde ya da sonrasında, bir yaratıcı yazarlık kursuna da katılıyor, eğrisine doğrusuna bakmadan…

Sonrasında ne olur bunun? Bir sonuç çıkar mı? Yandı gülüm keten helva… Olacağı bu!

Bir örnek de Virginia Woolf’tan olsun… Kim tanımaz ünlü yazarı? Christine Orban, onunla sevgilisi Vita Sackville-West arasındaki aşka özgülediği yaşamöyküsü romanı Virginia ile Vita’da (Can, 2016) Woolf’un bir yazar adayıyla ilişkilenişine de yer ayırıyor.

Birebir yaşanıp yaşanmadığı asla kestirilemeyecek bu bölümcede ilk kez roman yazmaya girişmiş, diyelim yazar adayını karşılayışı anlatılıyor onun.

Aşağıdaki satırları Orban’ın andığım romanından alıntılıyorum:

“’Yazıyor musunuz?’ diye tekrarladı Virginia emin olamamış gibi.

Diğeri ürkmüş halde bir baş işaretiyle onayladı.

‘Peki bir yayıncınız var mı?’

‘Hayır,’ diye fısıldadı genç kız, Katherine Mansfield’ın, T.S.Eliot’ın, E.M.Forster’ın ve Maksim Gorki’nin yayıncısı tarafından fark edilme düşüncesinin heyecanıyla titreyerek.

‘Bir yayıncınız yoksa da, bir akıl hocanız vardır belki değil mi?’

‘Yok,’ diye mırıldandı bir kez daha genç kız şaşkın.

‘En azından Proust’u okumuşsunuzdur değil mi?’

‘Okumadım.’

‘O halde ne okudunuz?’ diye sordu Virginia derinden gelen alaycı bir sesle, yüzündeki tatlı ifadeyi hiç kaybetmeden.” (ss.55-56)

Christine Orban, bu konuşmanın ardından Virginia Woolf’e, “yetenek bir irade meselesiydi,” diye düşündürür.

Gelecek yarımayın yazısında (23.3.2017) biraz da yetenek, buna koşut yaratıcılık üzerinde düşünelim derim… Ya siz ne düşünürsünüz bu konuda?

Yazarlık kahramanlık anlamına gelmiyor her zaman!