ÖYKÜ; İlkay Noylan; Sesler Gölgeler Çözümlemesi

Sesler Gölgeler / M. Sadık Aslankara

İlkay Noylan

Sadık Aslankara’nın Sesler Gölgeler adlı öyküsü 2002 Yunus Nadi öykü ödülüne değer bulunan Uykusu Sakız kitabında yer alır. Kitap; “Çağla Aşklar”, “Kabaran Acılar”, “Aykırı Sular” olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Sesler Gölgeler öyküsü Çağla Aşklar bölümündeki üçüncü öyküdür.

Yazarın öyküyü “Çağla Aşklar” alt başlığına yerleştirmesinde şu göndermelerden söz etmek mümkün olabilir: Çağla, bademin henüz olgunlaşmamış ham halidir. En çok Ege Bölgesinde ardından Akdeniz Bölgesinde yetiştirilmektedir. Öyküde olay Ege Bölgesinde geçer. Çağla aşk; yeşil, henüz olgunluğa erişmemiş bir aşkın filizlenmesini karşılıyor olabilir. “Öyle ya, asıl ötekiler…”(258) denilen Nezihe Yenge ve anlatıcının babasıdır. “Ateş bacayı sardı saracak!”(259) Aynı ev içinde yaşayan iki insanın birbirlerine yakınlaşmaları vurgulanmaktadır.

Öykü, ezber bozucu bir tümceyle başlar: “İlkin sesi gördüm.”(1) Oysa gerçek akılla biliriz ki sesler görülmez duyulur. Daha ilk tümceden, yazar bize kendisi hakkında ipucu verir. Karşımızda, dili özenli kullanan titiz bir yazar vardır. Okur dikkatli olmalıdır.

Öykü dört ayrı mekânda geçmekte ve iki ayrı zamanı kapsamaktadır. Ben anlatıcı, öyküyü bir mutfak penceresinden gördüğü görüntüyle başlatır. Kendisi bir yetişkindir. Evlidir. Öykünün başladığı anda mutfakta tek başınadır. Yaşı, mesleği, fiziksel görünümü gibi özellikler bilhassa verilmemiştir. Asıl önemli olan anlatıcının şimdiki zamanı değil, birazdan yapacağımız yolculukta onu şekillendiren çocukluğuna gitmemizdir. Yazar, ben anlatıcıyı özellikle yalnız bırakmıştır öykünün başında. Çünkü yalnızken geçmişimize dönmek, yaşantılarımızı anımsamak, acı tatlı anılarda dolaşmak, bir anda küçülüp çocuk olmak, anneannemizin koynuna sokuluvermek daha olasıdır. Yanımızda kimse yokken, özelimizle yüzleşmek…

Öykü, bizi mekân olarak mutfaktan çıkartıp zamanda bir yolculuk yaptırdıktan sonra ben anlatıcının çocukluğuna ve ev içine, aile ortamına götürür. Oradan dedenin peşine takılır parka fıstık satmaya gideriz. Yeniden evde geçen olaylara tanıklık yaptıktan sonra tren istasyonunda buluruz kendimizi. Ben anlatıcı bu süre zarfında çoğunlukla çocuktur. Yetişkin anlatıcının araya giren kısa tümceleri olmasa hep çocuk anlatıcıyı dinleyeceğiz. Ancak yazar buna izin vermez. Yetişkin ben anlatıcı kısa kısa da olsa söz alır. Öykü, yetişkin ben anlatıcının mutfakta eşiyle konuşmasıyla sona erer.

Denilebilir ki şimdiki zamanda geçen bir cümlenin içine yerleştirilmiş bir yancümleciktir çocukluk. Şimdiki zamana damgasını vuran, ruhunu veren bir yancümle.

Öyküde yer alan kişilerin sayısı cinsiyet açısından birbirine eşittir. Dört kadın karaktere (anneanne, anne, Nezihe Yenge ve anlatıcının eşi) karşılık dört erkek karakter (dede, baba, dayı ve anlatıcı) vardır. Bu karakterlerden anlatıcı, her iki anlatma zamanında ortaktır. Yetişkin ve çocuk olarak geçmişle şimdiki zaman arasında gidip gelir okuru da peşi sıra sürükleyerek. Eşi, şimdiki zamana aittir. Diğer karakterler geçmiştedir. Sayıca eşitliğe rağmen öyküde kadın karakterlerin baskın olduğu söylenebilir.

Başlığa adını veren “sesler” metaforuyla aynı zamanda ailenin birbiriyle kan bağı olan bireyleri kastediliyor olabilir. Buna karşılık evde birer gölge gibi yaşayan, anlatıcı benin babası olan damat ile gelin Nezihe Yenge “gölgeler”in loşluğu içindedir. Akşam, sofra kaldırıldıktan sonra dönüyor babam eve. Sessiz, soluksuz bir adam.(140) Dayının havai ve sorumsuz hareketleriyle kıyaslandığında baba, aslında olumlu bir figür şeklinde çıkmalı karşımıza. Tabakhanede çalışıp, düzenli para kazanan bir tek o var.(146) Buna karşın baba, silik kişiliğiyle bir gölge. Aile bireyleri baba gelmeden akşam yemeğini yiyor. Belki çalışma koşullarından dolayı geç gelmesi nedeniyle baba yemekte aileyle birlikte olamıyor ancak, sofra bile bekletilmiyor onun için. Baba o denli evin içinde yok ki dayının komikliklerine, yaptığı şamataya katılmamakla birlikte sesli bir uyarıda bile bulunamıyor, rahatsızlığını dile getiremiyor. Fısıldamakla yetiniyor: “Ayıp oluyor!”(161) Zaten istese de sesini yükseltemez, dedenin evinde oturuyor, bu durum başına kakıla kakıla. İç güveysinden hallice mi demeli! Buradaki fısıldama hem babanın silikliğini vurgulamak hem de belki alttan alta Nezihe Yengeye destek verdiğini göstermek anlamında önemlidir. Bir başka gölge figür de yenge. Yengem onca yeteneğine karşın, nasıl başarıyor silik kalabilmeyi?(157) Nitekim ailenin geniş aile özelliğini yitirmesinde bu iki karakterin önemli rolü olacaktır. Hane halkına sezdirmemeye çalışarak yaşadıkları yasak ilişkinin gölgelerde kalması gerekir. Kurguda da bu iki insanın ilişkisi deşifre edilmez, gölgeymişçesine sezdirilir. Öykünün sonunda tren istasyonuna gelene dek ikisi arasında hiçbir yakınlaşma, diyalog, olaya tanık olmayız.

Annem, sevmiyor galiba Nezihe Yengemi. Dedemden korkusuna bir şey diyemiyor belki ama onunla aynı ortamda bulunmamak için özel çaba harcıyor sanki. Konuşmaktan bile kaçınıyor.(177) Annenin Nezihe Yenge’den uzak durmaya çabalamasında bir görümce kaprisinden daha fazlasını bulmak mümkün. Kadınca bir sezgiyle yenge ile kendi eşi arasındaki gizli ilişkiyi adlandırıp anlamlandıramasa, olay ispattan uzak olsa da iki kadın arasında anneden yengeye doğru akan olumsuz elektrik okura yansır.

Öyküde aynı zamanda tabakhanede çalışan babanın üzerinden, çalışan sorunlarına değinilir. Babaya çalıştığı yerde öğle yemeği verilmez, yemeğini sefertasıyla götürür. Sabah erkenden evden çıkıp geç saatte gelmesi, çalışma saatlerinin uzunluğuna vurgu yapıyor. Üstelik işe giderken ulaşım koşulları son derece sağlıksızdır. Ülkede uzun yıllar çözülememiş bir sorun halinde duran, çalışanların kamyon kasalarında hiçbir güvenlik önlemi olmaksızın birer eşyaymış gibi taşınmalarına da gölgelerin ardından işaret edilmiştir. …kırmızı bir kamyonun kasasına atlıyor, öteki arkadaşlarının yanına; yine aynı kamyonla, akşamları geç saat eve dönüyor.(143)

Kuşların, ak badanalı duvarda yansıyan gölgelerinden yola çıkılarak okur öykünün içine girmeye davet edilir. Bir gölge oyunu olan Karagöz’e geçiş yapılır. Böylece dayı hakkında gıyabında bilgi sahibi oluruz. Aynı zamanda evin atmosferi de canlanır gözümüzün önünde. Uçları dantelli yatak örtüsü(14) ailenin variyeti ve görgüsü hakkında ipuçları verir. Fıstık satan dede, farklı pek çok yerde satış yapmasına rağmen meyhane ve içkili, bahçeli lokantalarda(86) satış yapmamayı tercih eder. Dede, güngörmüş, hazırcevap, merhametli aynı zamanda ahlaklı bir adamdır.

Geniş ailelerin olanaklarından biri olan işbirliği yapma, görev paylaşımı burada da karşımıza çıkmaktadır. Yazları o koyu gölgede halka oluyoruz; dedeme gelen kabuklu yerfıstığı çuvallarını devirip ortaya, tepsi tepsi iç çıkarıyoruz.(25) Birlikte külah yapmalar, yaz akşamları veya kış geceleri yengenin udundan yayılan sesler, yazın bahçede hep beraber yenilen yemekler… Görünüşte birlik beraberlik içinde mutlu bir aile.

 

 

 

 

Simetriyi bozan tren istasyonu, ailenin rutin yaşantısının da sonunu getirir. Ailedeki bölünme kaçınılmazdır. Düzen bozulmuştur bir kere. Dayı evini, eşini terk etmiştir. Kimsenin diğerine itiraf edemeyeceği bazı gerçeklerle yüzleşmektense, anlatıcının anne ve babasının evliliğini riske atmamak için onların aileden fiziki olarak kopuşu zorunludur. Gözden uzak olmanın her iki gönüldeki yasak aşkı küllendirmesi umulmaktadır. Anne, anneanne ve dede bu dillendirilmeyen düşüncede hemfikirdir. Tren istasyonundaki vedalaşma sahnesinde bu kararı içine sindiremeyen ancak boyun eğmek zorunda kalan iki sevgilinin vedalaşması aslında ilişkilerinin okurun nezdinde teyididir, denilebilir. Babam, beni bacaklarının arasına sıkıştırıp ellerini uzatıyor Nezihe Yengeme. Ben mi fısıldıyorum, yoksa babamın sesi mi, hâlâ karıştırıyorum: “Ruhum benim!”(284)

Dayının evi terk etme sebebi gerçekten gönlünü başka bir kadına kaptırmış olması mıdır, “Ne bulduysa o şırfıntıda…”(256) yoksa eniştesi ile kendisine mesafeli davranan eşi arasında filizlenen ilişkiyi sezinleyerek gidişini ilan ettiği mektubunda uydurma bir aşkı kullanarak yiğitliği elinde tutmaya çalışması mıdır? “Bir de mektup yazmış dürzü…”(255) Tercihini terk eden olmadan yana kullanma, denilebilir mi dayının Karagöz bavulunu da alıp gidişine?

Nezihe Yenge dışında ailede anlatıcı da dâhil olmak üzere hiç kimsenin adı belirtilmemiş. Nezihe Yenge herkesin hayatında ama olumlu ama olumsuz bir şekilde yer tutuyor.

Öyküde dış dünyayla bağ kuran yalnızca yetişkin erkeklerdir. Ellili yıllarda kadınların henüz çalışma hayatında erkekler kadar yer almamışlığını göz önüne alırsak; toplum hayatı, insan ilişkileri, sosyal hayattaki eğlence anlayışları (ailelerin gittiği parklar, yazlık bahçe sinemaları; yalnızca erkeklerin gittiği meyhaneler, içkili lokantalar) hakkında bilgi sahibi olmamıza kapılar açan bir öyküyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.

Kendisi de profesyonel bir tiyatrocu olan M. Sadık Aslankara’nın birçok öyküsünde tiyatro, ön ya da arka planda vardır. Sesler ve Gölgeler öyküsünde tiyatroyu, çocukların tiyatroya olan ilgilerini, meraklarını, sevgilerini bavul tiyatrosu adı altında sömürme aracı olarak kullanan ve bundan gelir elde eden dayı üzerinden eleştirdiğini öne sürmek mümkündür.

Dayı; bir baltaya sap olamamış, düzenli geliri bulunmayan, maymun iştahlı, hayatı ciddiye almayan, maceraperest bir yapıya sahiptir. Anneannem söylüyor, yıllar önce de güvercin uçururmuş.(130) Nezihe Yengenin ağırbaşlılığıyla taban tabana zıt özellikler göstermektedir. Dayı sorumluluk sahibi değildir. Anlatıcı beni, tüm yalvarmalarına rağmen gittiği okullara götürmez. … beni hiç almıyor yanına. “Çömez,” diyor bana, “önce okula başla ondan sonra”.(132) Çocuğun kendisine ayak bağı olacağını düşünüyor yahut çocuğun sorumluluğunu almak istemiyordur.

Oysa dedenin çocuğa karşı tavrı çok daha farklıdır. Dayanamayıp peşine taktığında; bardak dolusu fıstığı, parkta çolak gazozcuyla değiş tokuş yapıp sevindiriyor beni.(51)

  1. Sadık Aslankara öykülerinde yöresel ifadeleri yerli yerinde kullanan yazarlarımızdandır. Metnin içine sindirilmiş haldeki okuduğunuz yöresel sözcükler kulağınıza hiç ayrıksı gelmez. Metne kendine özgü bir söyleyiş katar. Bu bağlamda öyküde geçen çıtlık, kabak çentme, yanık yoğurt, çıvmak, kavşırmak, asfalya, çıngıldatmak sözcüklerini sayabiliriz.

Çıtlık: Koyu yeşil yapraklı büyük bir ağaç türü.

Çentme: Taze kabağı yağda kavurma.

Yanık yoğurt: Denizli yöresinde süt dibine tutturulur ve yanık kokusu olan süt toprak kaplarda mayalanır.

Çıvmak: Filiz vermek

Asfalya: Sigorta

Kavşırmak: İki eli birleştirerek tutmak, kucaklamak.

… bir yandan da saçak altında kazanlara biriktirdikleri küllendirilmiş yağmur suyuna önceden batırdıkları çamaşırı yıkıyorlar.(186) Denizli yöresine ait bir kullanımdır küllendirilmiş yağmur suyu. Çamaşırın kirini arıtmak için saçakların altına konan kaplara yağmurun ilk suyu atıldıktan sonra toplanan ve içine yalnızca odun külü katılan bir karışımdır. Kömür külü kullanılmaz, zehirleme yapar, muhakkak odun külü kullanmalıdır.

Evin mimarisi bize eski evleri hatırlatmaktadır. Ellili yılları kapsadığına göre öykü zamanı; mutfağın bir köşesinde gizlenmiş gibi duran daracık banyonun sobasının harıl harıl yanması.(189) olağan karşılanmalıdır.

Kına yak! Terk etmiş işte kocan!”(225) Annenin yengeye duyduğu öfke! Yengenin dayıyı ihmal ettiğine, ilişkilerini kurtarmak için çaba göstermemesine bir vurgu olabilir mi? Kendi evliliğine dair kaygılarını açığa vurma biçimi aynı zamanda.

Küçük bir çocuğun yetişkinlerin dünyasına ait olan cinsellik çağrışımlarını belleğine kaydettiği ilk izlenimlere de işaret edilmiştir öyküde.

Anlatıma canlılık katan unsurlardan biri de zıtlıkların uyumundan yararlanılmasıdır. Zıt anlamlı sözcükler aynı cümle içinde birlikte kullanılmıştır:

karanlık – aydınlık (55)                               altı üstü (181)

yaz – kış (192)                                                  erken – geç (229)

Öyküde üç ayrı türde evliliğe tanık oluruz. Anneanne ve dede mutlu bir çifttir. Her zaman birbirlerinin yanında yer alırlar, eşler birbirlerine destektirler. Kumrular sözcüğünü ispatlamaya çalışır gibidirler. Dedem de anneannem de gözlerini ayırmıyor birbirinden.(74)  Deden benim kocam, bir tanem…(107) Dedem anneannemin yüzünü, gerdanını öpüyor, tapınırcasına, “Ruhum benim, ruhum,” diye fısıldıyor.(114)

Anne ve babanın ilişkileri tanımlanmamış olsa da annenin çabasıyla ayakta kalıyor gibi bir izlenim elde etmek mümkündür. Anne bir kartal gibi kanat germiştir yuvasının, evliliğinin üzerine. Nitekim baba ocağından kopuş da bunun destekleyicisidir.

Dayı ile Nezihe Yengenin evlilikleri birbirinden tamamen kopuktur. Sonunda da terk edilmeyle biter.

Nezihe Yenge’nin olaylar karşısında isyan etmemesindeki sebepler tartışılabilir. Belki dayıyla yaptığı evlilikte baba evinden kaçmıştır. Ulan senin gibi karagözcüye kim kız verirdi?(250) Yenge söz söyleme hakkını kendinde görmüyor olabilir. O, kendini ancak divanın bir köşesine ilişip uduna kapanarak (164) ya da gözyaşlarıyla ifade edebiliyor. Bir yandan ince ince ağlıyor da.(215) …Nezihe Yengem sarsıla sarsıla ağlamaya koyuluyor.(279) Sessizliğinin, silikliğinin nedeni; yaptığı yanlış evliliği kabullenmişlikten kaynaklanabilir. Genel hatlarıyla olumlu bir figür olarak resmedilmiş Nezihe Yenge. Çocuğa karşı annesinden daha şefkatli davranıyor. Annem gibi acıtmıyor, gözlerimi yakmıyor hiç.(206) …konuşuyor da benimle.(212) …özen gösteriyor, canımı yakmıyor hiç.(217) Neden hiçbir ev işini yapmadığı ancak haftalık temizliğe yardım ettiği zihinlerde bir soru işareti bırakabilir. Nezihe Yengem ut çalıyor yalnız. Hiçbir işin ucundan tutmasa da, kolluyor dedem onu, ufukta görünen herhangi bir bulutu ne yapıp edip dağıtıyor hemen.(64) Burada kayınvalide gelin ilişkisinden çok daha ılımlı kayınpeder gelin ilişkisine tanık oluruz.

Öykünün başında ayrıksı duran fotoğrafın arabı(9) nitelemesi öykünün sonunda anlamını şu cümlede buluyor: “Haa,” dedi içi rahatlamış gibi, “biliyor musun, terk etmiş kocası.”(295)

Muhtemel ki fotoğrafın arabı yetişkin anlatıcının bakmakta olduğu siyah beyaz bir fotoğraftır. Yeniden başlığın kapsayıcılığına göz atarsak “ses” ve “gölge” madde değildir. Belki de fotoğrafta yer alanlar artık yaşamadığı maddi dünyadan ayrıldıkları için ses ve gölge gibi madde olmaktan çıkmışlardır, denilebilir. Aydınlığa bakan ak badanalı duvarı gösterdim, gölgelerin seslerini…(292) İhtimal odur ki beyaz perdedeki bir gölge oyunu gibi; bu ailenin bireyleri de artık yalnızca anılarda kalmıştır. Ut sesi yalnız kalmıştı.(294) Burada sözü edilen ut sesi Nezihe Yengenin öldüğü anlamına gelebileceği gibi “ut sesi” Nezihe Yengeyi de sembolize edip eşinin terk etmesinden ve sevdiği adamın da taşınmak zorunda kalmasının ardından duyulan yalnızlık hissine işaret ediyor olabilir.

Yetişkin anlatıcı, yıllar sonra hâlâ Nezihe Yengeye karşı büyük bir bağlılık ve özlem duymaktadır.

 

* Tüm alıntılar, M. Sadık Aslankara’nın Uykusu Sakız adlı kitabında yer alan Sesler Gölgeler öyküsünden yapılmıştır. Çözümleme, Eskişehir Gelişim Vakfı, Edebiyat Kulübü metin çözümleme atölyesinde paylaşılmıştır.

* Parantez içindeki sayılar, öykünün satır sayılarıdır.

 

(Yukarıdaki yazı, İlkay Noylan’ın izniyle,

Patika dergisinin  Temmuz-Ağustos-Eylül 2010 tarihli 70. sayısından alınmıştır.)