ÖYKÜ KÜRSÜSÜ; Işıl Madak; Üç – Öykü

ÜÇ

Işıl Madak

Bir.

Yalnızlığın başlangıcı. Seçilmek hep özel hissettirir insanı. Bu sefer değil.  Farkında olmadığı bir hayatın kalbiydi. Şimdi orada olmak mı oradan gitmek mi, zoru düşündü. Annesini görmeden, oymuş gitmesi gereken. Pıhtıdan ruha…

İki.

İkisi de ayrı damla. Gözden değil gönülden akan. Birbirinden güzel. Parmakları nasıl uzun. Kirpikleri de. Gözleri iri. Biri bilmediği dil, diğeri konuştuğu. İki kız…  Gerçi kirpi, yavrusunu “Pamucağım” diye severmiş. Olsun onun kızları başka. Saçlarını salıp evden çıkarken onlar, arkalarından bakakalır. Nazar değmesin diye popolarını kaşıtır. Gülerler “Aman anne!” derken. Orhan Kemal’in Bir Filiz Vardı’sındaki Filiz gibi… Nedense aklına Filiz Akın da gelir. Ona da benzer hem kendileri hem adları. Türk filmindeki sekiz düğmeli ceketiyle, elleri ceplerinde. Gözlerindeki sürme o biçim. Taşradaydı sanki, belki. Öyle miydi? Kapıyı kapattıklarında evdeki boşluğu sever, sessizliğin büyüsüne kaptırır kendini. Olur olmaz şeyler gelir aklına. Olur, olsa keşke. Olmazlardan bıkmış. Hani geçenlerde alt katta çıkan yangın…

Balıkçı. Bodrum katta yaşayan. “Nasıl olmuş da olmuş,” diyor komşu, ne bilsin. Biri “Sigaradan tabii,” diye ekliyor. Diğeri “Uyuşturucu kullanıyor keş herif!” diyor. Kızlar nasıl da korktu. Onların evini de saracak diye. Adam tir tir titriyordu itfaiye geldiğinde. O da korkmuş. Kedisi de fırlamış evden. Kapılarının önünde. İçeri alsa, alışır mı diye çekiniyorlar. Sair zamanda da birkaç kez paspasın üstünde uyuklarken buldular. Sonra döndüydü evine. Sarı siyah beyaz; alaca. Dişidir dediydi kızları. Üç renkse dişi olurmuş kediler. Eee doğurur o zaman, diyorlar. Enciklere açılacak yerin endişesiyle. Pire olduydu geçen yıl girişte. İlaçlama filan. Epey uğraştılar.

Filiz ve Yıldız -kızları- anlatır ona buna, anlattıkça gülerler. O hallerini sever anneleri. Onları da sever. Her şeyle dalga geçerler. -Balıkçıyla geçmeseler.- Gülmeye bahane. Şalını alıp aşağıya inse alaca kediye baksa. Kime ne? Adamcağıza da birkaç kurabiye, limonata. Yanmış yüzü, kolları. Evden çıkıncaya dek sarmış ateş. Yazık. Kantaron bastıydı zeytinyağına, ondan da verse, sürse yanıklarına.

Ceketini omuzlarına alıp çıkıyor evden. Kapı önü terliklerini giyip aşağıya iniyor. Kulağının arkasına iliştiriyor yanlardan çıkan saçları. Şen bir kuşun ötüşünden oluşan kapı zili çalıyor. Kapıyı açıyor balıkçı, açmasıyla birlikte evden kesif bir yanık kokusu geliyor. “Ne fena olmuş eviniz. Ben de bir geçmiş olsun diyeyim,” diyor kadıncağız. Tedirgin biraz. Kim olmaz ki. “Buyur etmek isterdim ama evin içi fena. Elim de tam iyileşmedi,” diyor balıkçı. “Yok yok ben uğradım sadece size biraz kurabiye ve limonata…” “Sağ olun.” Şalına ürkek sarınmış kadına bakıyor adam. Öylece boşluk anı. “Şu ilaç şişesinde de kantaron yağı var, yanıklar için.” “Sağ olun,” diyor ikinci kez adam, tedirgin bir vücut diliyle. Kadın dönüp gitmeye karar verdiği anda kedi miyavlayarak geliyor. Uzun uzun miyavlıyor. “Aç mı bu?” Adam susuyor. Kadın bir koşu eve gidip sokak kedilerine dağıtmak için aldığı mamadan getiriyor. “Yazık yesin!” Kafasını sallıyor ikisi de kediye bakarak. Başka zaman uğrarım deyip ayrılacakken balıkçı sesleniyor: “Hanımefendi!” “Dilek,” diyor kadın, “Adım Dilek.” “Tabağınızı alın kalmasın.” Dönüp alıyor tuhaf bir bezginlikle, merdivenleri koşar adımlarla çıkıyor. Kapının sesi koridoru çınlatıyor. Bir sigara… İyidir böyle anlarda. Kaçtığın yeri dumanıyla hatırlatır. Adamın adını merak ediyor o da. Sorsaydı.

Kocası terk ettiğinden beri,  kızlarına verdi kendini. Yedi yıl çocukları olmadı. Ha öyle ha böyle deyip koştururken ne olup bittiğini bilemediler. Zaten bilse de hani her sorun çözülür ya çocuk olunca. Öyle sandı. Baştaki her ilgi, sonrasında aşama aşama başa kakmaya dönüşünce. Onun söylediği bunalımda oluşuydu. “Antidepresan alıyorsun,” dedi ayrılırken. Altı üstü Cipram diyecek oldu. “Onların hepsi bir”le kapattı ağzını. İki küçük kızın hatırına bir on yıl gitti evlilikleri. Her şey sade, sakin görünür böyle durumlarda. Ele güne, özenilecek haller yaratmak hedeftir. İşte kızların kıyafetleri, doğum günleri, tatiller ufak ufak. Aile içi ziyaretler. El öpmeler, el öptürmeler. Olabilir şeyler. Herkesçe kabul gören. İçindekileri asla mutlu etmeyen.  Sonrası hep açmazlarına gelir, dayanırdı. Suçlama. İkisi de bilirken durumu. Çaresizliği. Kim isterdi ki böyle olmasını. Zaafın ince damarını yakalamanın hazzıyla kedi fare oyununu oynadılar defalarca.

Bir gün kurtuldu, kaçtı kızlarını da alıp. “Şiddetli geçimsizlik,” dediler etrafa. Annesi pek ikna olmadı buna. Hani içkisi mi, kumarı mı; başka kadın mı; az maaş mı? Geçimsizliğin sebebini mahkeme diliyle söyledi Dilek annesine. Çocukları babasız bırakıyorsun yargısından korkmadan. Kaybettiği yıllar her kadına ağır gelir, o da bunu bile isteye yaşadı. Büyüsünlerdi çocukları, hak verirlerdi ileride. Belki de hiç affetmezlerdi. Anlatsa…

Uzun süredir heyecan duyacağı bir şey pek yaşamıyordu. Yani kızlarının heyecanları onun da heyecanı oluyordu. Sevinçler. Okul dedikoduları. Pasta, börek denemeleri. Komşularıyla ara ara görüşmeler. Diziler… Dizilerdeki insanların kaygılarıyla kaygılanma hali. Arada ortak arkadaşlardan kocasının haberlerini alıyordu ilgilenmez gibi görünürken. Sonra yatarken hepsini uzun uzadıya düşünüp çarşaf kenarlardan çıkacak kadar yatakta dönüyor ve uyuyamıyordu. Balkona çıkıp bir sigara. İşte o zaman da işe yarıyordu. Kızların ruhu duymaz. Onlar gündelik telaşlarını birbirlerine anlatıp mutlu olurlardı. Gecenin sessizliğinde bodrum katındaki komşusunun ışığı hep yanardı. Hatta sabaha dek. Merak ederdi ne yapar diye. Garip. Herkesin dediğine inanmalı mı? Yok canım daha neler, ikna hali. Uğradı ona işte. İyi biri gibi. Yalnız. Ne yapsın?

Üç.

“Hangisi” diyor doktor karnına sürdüğü sıvının üzerinde aleti sürüklerken. Ekranda beliren kalpler -attığı için kalp diyor yoksa biçimi belli değil- biri duracak demek. İğneyle olacakmış, acısız. Potasyum vereceklermiş. Fetal redüksiyon. Düşünmeliyim diyecek. Düşünecek. Aslında düşünmek kalıbın içinde kullanılınca belirli bir bütündür. Her olasılık birbirini itekler durur. Nereye çevirsen ayrı bir açmazın kapısı aralanır ki bu da ilk verilen kararla benzer sonuca ulaşmada basamaktır. Kendimizi alıştırma talimleridir. Yoksa herkes olması gerekenle olanı karıştırdığımızı bilir. Bilmez. Üç çocuğundan birinin gitmesine karar vermek bilinebilir mi? Doktora teşekkür ettiğinde rahatlasa ya… Alışılagelen. Bunun teşekkürü de… Hastaneden çıkınca karşı kafeteryada yer bulur muyum derken gebelere özel ilgi ile bir sandalye önünde.  Çay söylese, gevrek yanına, üçgen peynir. Demli olmasın. Yavaşça bölüyor sarı kâğıdın içinde gevreğini, peyniri ısırıyor minik. Çayı yudumlarken bardağın kenarına peynir kalıntısı bulaşıyor, bir yudum daha alıyor temizlenmesi için. Ne dediydi annesi, “Olur gider, olmamış gibi olur.” Karnını doyurunca masadan kalkıyor. Adam sandalyeyi aceleyle düzeltirken “İyi günler abla,” diyor. Yolda. Kulaklarının uğultusu artıyor. Yere yığılmadan önce. Hastanede açıyor gözünü. İyiler mi? “İyiler,” diyor kadın. “Biraz kanama… Doktorunuz görüşecek sizinle.”

Doktor geldiğinde “Son vermemiz gerekiyor birinin hayatına,” diyor. “Söylemiştim tehlikeye atıyorsunuz diğer iki bebeği de.” Üçünün haberini aldığında nasıl da şaşırmıştı. Aşılama yoluyla. Olurmuş. Sık rastlanırmış. Sonra karar verme. Verememe. Kocası, “Olur gider, onca zaman sonra bulduk, nasıl kıyılır ki? Bırakalım kaderine,” diyor. Adamın dışarı çıkmasını istiyor doktor. Çıkarken “Allahın gücüne gider,” demeyi unutmuyor kocası. Gücüne gider belki. Ultrasonda bakmak istiyor tekrar. Üç kız. Siz karar verin derken gözlerinden yaşlar süzülüyor. Birkaç gün içinde sonlandırılıyor bir bebeğin yaşamı, kocasına rağmen. Günlerce konuşmadan.

Sonraki zamanlar iki kızı. Onların büyümesi. Onlar büyürken kocasının gitgide küçülmesi. Ayrılık zamanları. Senindi benimdi eşya paylaşımları. Tüm eşyaların dağılımından sonra paylaşamadıkları bazı duygular açığa çıkıyordu. Her tartışmanın ardından yaşamından vazgeçtiği kızını düşünüyordu. Onda açtığı izleri kimse silemezdi. Zor kararlar ardından başlayan vazgeçme hali. Kalanlarla da olmak zorunluluğu. Bugüne dek gelmişti işte. Kenar bir muhitte ortalama bir emekli ve kızlarına babalarının verdiği para ile yaşama. Merdivenleri silme sırası ona gelince. Ayakkabıları kenara çekerken. Vileda kovasına aldığı suyla bir güzel tozu toprağı yok etme. Tüm bunların arasında kadın olduğunu hatırlamayı istiyordu. Kırmızı rujunu sürerken. Yıldız annesinin parmaklarını ojelerken, Filiz saçlarını fönlerken. Hayata dair her şey bir aradayken. Belki de gizemli komşusu. Filmlerdeki gibi.

Birkaç gün sonra kapı çalındı. Kızlar da evdeydi. Dilek ağır adımlarla kapıya yöneldi. Orta yaşlı bir adam “Rahatsız ediyorum ama”yla cümlesine başladı. “Oluyor işte böyle şeyler. Bir kez daha evi verirken çok dikkat etmek lazım. Kavun değil ki koklayasın. Size de rahatsızlık verdi biliyorum. Kusura bakmayın. Neyse ki boşalttı gitti evi. Yangın büyüseydi, ya sizin evi de sarsaydı!”