ÖYKÜ KÜRSÜSÜ: Sabahaddin Yetiş; ‘Sarı’nın Pembe Dünyası’ – Öykü

Sarı’ nın Pembe Dünyası
Sabahaddin Yetiş

Sarı derlerdi, “Sarı gel top oynuyak, Sarı gazoz kapaklarını hele bir sayak.”

Sarı, cılız, on yaşlarında, biraz kepçe kulaklı, burnu da ufak sayılmaz ha.., göbek de yapmış mübarek, tüm cılızlığına rağmen.

Sarı’nın evi kalabalık, toplam on bir kişi yaşıyor. Tek katlı, küçük bahçeli, güllerin renk renk açtığı, bir kısmında maydanoz, roka, yeşil soğan yetişen, kıyılarda kavak ağaçlarının dizildiği şirin bir bahçe, mutlulukların, hüzünlerin, sevinmişliklerin, yoklukların, yuva sıcaklığının tüm yönleriyle yaşandığı tek katlı bir ev ile çevreleniyordu. Yola bakan bahçe duvarı briketten yapılmış, sıvasız öylece ömür çürütüyordu. Bahçe kapısı, ağır demir kapı gıcırdamasıyla, giren-çıkan olduğunu zilden önce haber veriyordu, ev halkına.

Bahçeye girince, sizi, sağlı solu iki ağaç karşılıyordu birisi kiraz diğeri vişne ağacıydı. Bir köşede bir horoz ile üç beş tavuk günlük kavgalarını yapıyordu, evin yumurta ihtiyacı karşılanıyordu böylece. Nane, roka, maydanoz, yeşil soğan hemen hiç eksik olmazdı bu şirin ve küçük bahçede.

Evin ön yarısını kaplayan alana, son zamanlarda camekân denilen bir oturma yeri yapılmıştı. Burası evin en gözde yeri haline gelmiş, tam bir sohbet ve misafir ağırlama yeri olmuştu. Güneş hemen hiç eksik olmaz, oturduğu yerden bahçenin tüm güzelliklerini, meyve ağaçlarını, renk renk gülleri, öten kuşları, tavukların rutin didişmelerini görmek hep zevk verirdi tüm konuklara.

Sarı’yı tüm mahalle severdi, takipçileri de vardır Sarı’nın, ta o yıllarda, o yıllar demişken 1970’ler.. Nasıl ya, O yıllarda takipçi mi olur demeyin olur, olur, açıklarım bir ara..

Sarı ve Erol, aynı yaşlarda, aynı kafada mahallenin iki haylazı. Biriktirdikleri üç-dört teneke gazoz kapaklarını çatı altında saklarlar, bu bir servettir onlar için, birkaç günde bir sayarlar tekrar saklarlar hazinelerini, çünkü bir saygınlıktır onlar için gazoz kapak sayısı ve türleri, hele bazı kapaklar arkalarında bulunan resimler nedeniyle büyük bir değere sahipti.

Erolların evi, karşı çapraz ileride küçük bahçeli bir evdi. Demirci babası ve hasta annesiyle yaşardı. Erol’ un  evlerinin bulunduğu avlunun arka tarafında iki eski ev daha vardı mülkleri kendilerine ait. Kirada oturan geliri düşük aileler otururdu burada, biri tek çocuklu aile, diğeri, dar gelirle yaşam kavgası vermekte olan yeni evli bir çift. Küçük çocuklu ailenin durumu daha da içler acısı, bazen ekmek parası bile yok. Erol’un babası, Cafer amca kira bazen alır, bazen almaz, vicdan meselesi tabii. Yemek götürdüklerini bile görmüş ama o yaşlarda pek de anlam verememişti Sarı.

Ne hayat be, oyun parkı yok, oyuncak yok, para, giyim yok. Yokluğun gözü kör olsun.

Sarı’nın Babası, aşçıbaşı Rıza Usta hastanede, sürekli çalışır, gece gündüz. Evde on bir boğaz onun kazancına mahkûm. İşten artan zamanda düğün yemeği yapar, istasyon lokantasına sarmalar, dolmalar, börekler yapılır evde sabahlara kadar. Bahçenin bir köşesine yerleştirilmiş kuzine tipi devasa fırında yapılan tüm yemekler ve börekler gece boyunca pişer ve gün ağarmadan hazır hale getirilirdi. Yani bu evde gece de rahat uyumak yoktu, Sarı hariç. Gün ağarırken, görev çocuklarındı.

Sarı, ablaları ve ağabeyleri, kafalarında tepsilerle istasyon yoluna düşerler hava henüz ağarmamışken. Tabi Sarı’nın yüzü gülmüyor, hüzünlü, uykudan uyandırılmış, kafasına kara bir tepsi tutuşturulmuş, cılız ayakları ile yalpalayarak yollarda. Arkalarından bakınca garip bir görüntü, bir sürü cılız bacak ve gövde, kafalarında kara siyah tepsilerle ilerleyen ucube görüntülere sahip bir topluluk! Güneş daha kendisini göstermemiş, uzaktan görenler şaşkın bakışlarla bu grubun ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar biraz da ürpererek, ta ki yanıbaşlarından geçene kadar… Sonra içlerinde bir acıma duygusu.

Bütün bu yoğun çalışmalara rağmen bir türlü bolluk yaşanmıyor Sarı’nın evinde, boğaz çok, okula giden çocuk çok. Bütün bunlara rağmen Sarı mutlu mu mutlu, çünkü onun gazoz kapakları var hem de çok, her ne kadar Erol ile ortak olsalar da, Erol onun dostu ve sırdaşı zaten. Bir de “aşık kemikleri” (¹) var Sarı’nın, çok değerli. Sarı, Erol, gazoz kapakları ve aşık kemikleri… Ne hayat be…

Annesi çilekeş kadın, dokuz çocuklu bir evde adeta süper güçlere sahip. Yedir, içir, giydir, evi temizle, istasyon lokantasına gidecek börek, sarma, dolmalara yardım et sabahlara kadar, fırında pişir. Gün ağarınca da, mantis denilen bahçede kurulu soba üzerinde fokur fokur kaynayan çamaşırları elde yıka, nasıl da kolay bir hayat! Annesi Sarı’yı çok sever, hepsini sever de Sarı’yı biraz daha mı ne? Sarı ne de olsa evin en küçüğü, cılız ve göbekli!

Sarı inatçı da, “Oğlum şuraya git bir haber bildir “ der annesi, gitmez, direnir, inatçı ne olacak, araba yok, taksi yok, telefon yok, whatsapp yok, tek yol Sarı.. Ama Sarı’nın bilinmeyen bir tarafı vardı, annesinin bildiği, çoğunun bilmediği. “Hadi benim güzel Sarı Oğlum,” “Bak sana teker vereceğim” der, annesi. Bu büyülü sözü duyan Sarı için  uzaklık – mekân önemli değildir artık. Teker, plastikten direksiyon gibi bir şey.. bunu alan Sarı, direksiyon başına geçmiş son model araba kullanan uzun yol şoförü gibidir artık, ciddileşmiş, görev adamı olmuştur, cılız bacaklarına ve kepçe kulaklarına bakmadan…

Annesinin verdiği adrese doğru, elinde direksiyonu ile yola çıkar Sarı, bütün engelleri aşar, istikamet yengesinin evidir on km kadar uzaktaki. O, aldırmaz uzaklığa çünkü her engeli aşmasını sağlayan direksiyon elindedir artık. İşçi evlerinden koşarak yola çıkan Sarı, 4 Eylül Stadyumuna doğru büyük bir hızla ilerler, dikimevi sapağına gelince aniden durur frene basarak, burada o yıllarda akan tatlı su çeşmesinden bir yudum su alır, bu Sarı için yakıt ikmalidir. Yoluna devam eder, eğer bir tümsek gelirse yavaşlar, yine hızlanır, İstasyon Caddesinden tam gaz gider ve Sivas Lisesini görür solda ve Atatürk Anıtına göz atarak geçer, Ata’sına selamı da eksik etmez, yine bir tatlı su çeşmesi, yakıt ikmali ve nihayet tarihi Sivas Hükümet Meydanı, sağda Selçuklu dönemine ait  çifte minare, el sallar ve ciddiyetle, meydandan aşağı Askerlik Şubesi yolu, göreve devam, artık yaklaşmıştır yenge evine… Biraz soluklanır yengesinde, bir iki ikram, iletir annesinin söylediklerini ve geldiği gibi dönüş yapar koşarak, elinde direksiyonuyla. Sarı mutludur ama yorulmamıştır! Annesinin eli ayağı Sarı, tabii direksiyonluyken…

Oturdukları evin, altı-yedi ev ilerisinde, Kaba Sakallı lakaplı kalabalık bir aile, gelinli-damatlı- iç güveyli büyük bir kalabalık. Sarı’nın görevi oradan taze inek sütü almaktır. Bahçe kapısından içeri girince, devasa bir avlu karşılıyor. Bitişik düzen üç ev, ikişer katlı, gelin-damat, dede, babaanne, torunlar hepsi birlikte ama ayrı evlerde yaşıyorlar, yemek saatleri tüm aile avluda buluşup, hazırladıkları yiyeceklerle masayı donatıyorlar. Tam bir imece usulü hayat, büyükler büyük saygı görüyor bu geniş ailede. Sarı yolları ezberlemiştir. Sütü alır, dönüş yolunda, her iki gözü de kapalıdır, elinde süt tenceresiyle. Bir ara yolu kontrol eder, yine gözler kapalı süt tenceresi ile kapıya varır sağ salim, Sarı’nın her süt getirişi aynıdır, gözler kapalı, yol ezberinde kaç adım geldiğini bilmektedir. Sarı’yı, bu arada, komşu Çerkez kızları izler, süt elindeyken. “Bak Sarı geçiyor” derler ve cam kenarına doluşurlar. Demiştim ya Sarı’nın takipçileri var diye. İşte o yıllarda Sarı’nın süt takipçileri çıkıverdi ortaya!. Ta ki Sarı’nın, gözlerini açarak süt götürdüğü günlere kadar.

Sarı on üç yaşına geldiğinde, babası emekli olur ve İzmir’ e taşınacaklarını iletir aile bireylerine, tabii Sarı’ya soran yok!. Sarı kim ki. İyi de, ne olacak o kadar gazoz kapaklarına ve aşık kemiklerine.. Düşünen yok. Eh o büyük gün gelir ve büyük bir hüzün içerisinde sevdiklerinden, Erol’dan, gazoz kapaklarından, aşık kemiklerinden ve de lastik direksiyonundan vedalaşıp ayrılır Sarı, İzmir için..

Tarih sayfaları 1974 yılını gösteriyordu. Sarı o tarihi, bugün gibi hatırlar çünkü taşınacakları günlerde, gazetelerde Kıbrıs Barış Harekâtı başlamıştı. Askerlerimiz barış için Kıbrıs’ta diye günlerce yazılar yazılmıştı. Yaşı küçük ama olay büyük, unutulmaz tabi. Vay be, Kıbrıs Barış Harekâtının olduğu bir süreçte taşınmak da ne oluyor, diyemedi Sarı.

Ortaokul birinci sınıfı bitiren Sarı, İzmir’de ikinci sınıftan 9 Eylül Orta Okulunda öğrenimine başlar. Başlar başlamasına, okul başlayalı bir ay olmuş, sanki yurtdışında yabancı bir okulda. O da ne, Sarı aksanının, sınıftakilerden farklı olduğunu anlıyor, kültür farkı, aksanı, giyim kuşam uyumsuzluğu Sarı’yı sırtından vuruyor. Konuşunca tüm sınıf gülüyor, kıkırdıyor, ne de olsa hepsi çocuk. Bilgi seviyesi de düşük mü ne, Sarı’nın. Sorulara pek cevap da veremiyor, zaten sınavlar başlayınca durum ortaya çıkıyor. Sarı için çok zor günler başlamıştır artık. İlk spor dersine çıkarlar sınıfla, Sarı’nın spor ayakkabısı yok tabii, diğerlerinde Mekap türü ayakkabılar var. Of, Sarı yine zor durumda, alay konusu ayağındaki kapkara lastikten bir ayakkabıyla. Eve varır varmaz Sarı ağlamaya başlar, anlatır spor ayakkabısı olmadığından alay konusu olduğunu, babası, annesi, kardeşleri üzüntü içinde Sarı’yı dinlerler, içten ağlarlar…

Sarı’ya ucuz yollu bir spor ayakkabısı ve eşofman alınır, Sarı dört gözle spor gününü bekler, “Of ya, ne gelmez gün,” der durur Sarı tüm hafta. Günler, aylar geçer Sarı aradaki açıklarını kapatarak sınıfta kendine yer bulur. Severler Sarı’yı günler geçtikçe, yeni arkadaşlar edinir, mutlu günler başlamıştır Sarı için artık.

Sarı geçen süreçte evlenir, iş güç sahibi olur, uzun yıllar sonra emekliliğe hak kazanır, eşi ve iki çocuğu ile mutlu bir hayat sürdürür İzmir’de.

Aradan kırk iki yıl geçer, Sarı, bilinmeyen numaradan bir çağrı alır.

Arayan kişi; “Beni hatırladın mı, Sivas’tan..” diye heyecanlı bir sesle sorar.

Sarı’nın kısa bir süre sesi kesilir ve…

“Erol Sensin değil mi…”

Karşıdan, evet anlamında uzun bir sessizlik ve Sarı’nın aklından, gazoz kapakları, aşık kemikleri, direksiyonu ve Erol, tatlı bir anımsamayla, bir film şeridi gibi geçip gider, gözlerinden süzülen birer damla yaşla birlikte…

 

(¹) Aşık: Kuzu ve ineklerin bacak eklem yerinden çıkan kemik. Onunla oyunlar oynanır, aşık kemiği kimde daha çoksa, tıpkı gazoz kapağı gibi çocuk toplumunda değeri yükselir.