ROMAN: Fatigül Balcı; ‘ÇALINTI ÖYKÜ’ – ‘Ömürdeğer’ Romanından Öykü

Çalıntı Öykü
Fatigül Balcı

Bazı yerler vardır, gidip de mutlu olduğumuz, unutamadığımız, tekrar gitmek için can attığımız. 2014 yılı Ağustos ayında gittiğim Birada’daki Sevgili Mutlu Varlık Tunçoku ile “Ömürdeğirmeni’”nde geçirdiğim iki gün, hiç çıkmadı aklımdan. Bazı kitabı okur geçersin, bazılarını okuyup geçemezsin, okurken yazmaya başlarsın, o senindir de artık ve bir bağ kurulur aranızda. (Ömürdeğer [¹]),

*

Mutlu Varlık’ın günlük, haftalık programını, ne yaptığını, hangi günler kütüphaneye uğradığını biliyordum. Yanılmamışım, Birada Halk Kütüphanesinin önünde, İsmet Hanımla çay içip sohbet ediyordu, sırtı bana dönük. Onu öyle keyifli görmekten hoşlandım.

İsmet Hanım içeriye geçip de yalnız kalınca karşısına oturdum Mutlu Varlık’ın. Kirpiklerinin arasından baktı, çekti gözlerini, bu sitemdi. “Merhaba” dedim, başını salladı, ağzının ucuyla gülümsedi; sitem bayağı koyu. Masanın üstündeki elini tuttum. Kalktı, sarılacak sandım, “Dur sana bir bakayım,” der gibi tepeden tırnağa süzdü. Eliyle yolu işaret etti, bir işaret de kapıdan İsmet Hanıma. Sessizce yürüdük.

“O mavi elbise; daha yırtmadın mı?” dedi. Türkü gibi soru: ”Başındaki poşu benim aldığım/ Daha yırtmadın mı kurban olduğum…” Tebessümlü bakışları spor ayakkabılarıma indi, ayak bileklerime dolandı. Elini omzuma koydu. “Saçlar uzamış, koyu renk genç gösteriyor, sarıya boyama daha,” dedi, hoşlanmış gibi. Dimdik, makyajla yaşlandırılmış bir aktör gibi yürüyor yanımda, içinin güldüğünü göstermeden.

İskeledeki balıkçıya gittik. “Buyrun, Hocam” diyerek karşılayan garson manzaralı bir yere oturttu. Sessizce bakıyoruz birbirimize, griden maviye çalan gözleri, denizden renk çaldıkça koyulaşıyor. İçinden güldüğünü belli etmiyor.

“Bir yetmişlik içeceğim bugün,” dedi, ortaya söyler gibi.

“Çok olmaz mı?”

“Lafın gelişi.” Laf güzel geldi, onunla buluşmamıza sevinmekti bu.

Sevgili Mutlu Varlık’ın bilge yüzüne, içimin bütün sıcaklığıyla bakıyorum, onun da gönlü ısındı benim gibi. Isındıkça belli etti, itirafetti gidişime sevindiğini:

“İyi ki geldin,” dedi. “Yaşlanmış mıyım?”

“Yoo, hiç. Vallahi.”

“Seksen yaşındaymışım ya…”

Birileri, yaşlandığını ima etmiş olmalıydı, canım benim. Eylülün en güzel akşamlarından biri, ay doğuyor denizin üstünden, tanıdık yüz görmüş gibi hazla bakıyoruz… Balıkçı boşaldı birden, ikimiz kaldık, millet iskeleye koşturdu, son vapur muydu yoksa, nasıl geçmişti vakit? Yok, turist grubuymuş onlar. Öyle ya, yemekler önümüzde duruyor, daha iki laf etmedik, zaman fukarasıysak o kadar da değildi.

Usul usul kol kola yürüyoruz, hafiften dönüyor kafalar. Yokuş gözümüzde büyüyor…Üstten aşağı paldır küldür inen Kör İsmet, önümüzde durdu.

“Ben de sana bakmıştım, hoca. Oo, abla hoş geldin.”

“Hoş bulduk, nasılsınız?”

“Niye baktın akşam vakti?”

“Hiç, öylesine. Keçileri kaçırdım bugün, iflahım söküldü.”

“Niye?”

“Ne bilem, dört bir yana dağıldılar, tekesek olmuşlar heral, topladım, erkenden doldurdum içeri, hocayı bir yoklayım dedim.”

“Gel istersen.”

“Sağ ol, hoca; allama kralısın bu âlemin… Yarın sabah süt getiririm. Bir de şu Bingöllülere uğrayım, gündüzün harp vardı evlerinde.”

“Niye?”

“Anlatırım sonra.”

Ne çabuk çıktık yokuşu? Babamın masalını hatırladım; uzak bir köy varmış, iki adam bir günde gidermiş, tek adam iki günde… Bizdeğirmeni’nin arka kapısından küçük bahçeye çıktık. Ay tepede altın tepsi gibi, gönlünü zenginletiyor insanın. Ağacın dibindeki eski kanepeye yan yana oturduk.

“İyi ki geldin.”

“Özledim seni.”

“Niye bekledin bu kadar?”

Ah canım, beklemiş beni, bilsem daha önce gelirdim… Sohbetimize kaldığımız yerden başladık. “Sıkıcı şeylerden bahsetmeyelim” dediyse de içini dökmekten alamıyor kendini. Laf aramızda, yazarından yana çok dertli adamcağız:

“Yahu daha yetmiş dokuzuma girmedim, o beni seksene çıkardı; biliyorum, kıskançlıktan. Yok ben yiyemiyor, içemiyormuşum, her hareketim kısıtlı, tavşan uykularıyla yatakta debeleniyormuşum da… Gördün işte bugün?”

“Gördüm vallahi…”

“Sana sorayım kızdeğirmenim,” derken o, elini tutup sevgiyle sıktım, kız dediği için ve onun yakıştırdığı değirmen sıfatlarını düşündüm, bu yetmiş kaçıncıydı acaba?

“Sana diyorum güldeğirmenim, dinlemiyor musun beni?”

“Ah, dinlemez olur muyum, tatlım.”

“Yazarım olacak zatı muhteremi diyorum, sevmesine severim, sayarım da, bana bir ömür bahşetti, “Mutlu Varlık” dediği anda, taptım nerdeyse ona. Şöhret de dâhil çok mutluluklar tattırdı bana, lakin bedeller de ödetti. Ağır yaşlı demeyi biliyor, ama ağır yaşadıklarımdan söz etmiyor hiç, var onun bana bir hasetliği. Lisedeki platonik aşkımı yazmış da, öteki “Ömürdeğer” aşklarımı bilmezden gelmiş. Gelsin, iyidir bazı şeylerin mahrem kalması. Demem o da değil, yetmiş sekiz yaşındaki bir insanı, dedesi yaşında göstermek… Bir kere düşünen, yazan, yaratan insan en az on yaş eksiktir kütük yaşından, öyle değil mi?”

Öyleydi elbet.

“Altmış dokuz var yokum yahu! O ne yapmış, biliyorsun. Yetmiş dokuz, seksen yaşında olduğumu yineleyip durmasa da, okuyucu beni pirihtiyar yerine koydu; bir gün yokuş çıkarken kalpdeğirmenimin duracağından korktu ya da yuvarlanıp kafaderğirmenimi kıracağımdan. Allah bilir sen de öyle düşündün, belki acıdın bana?”

“Hayır, acınacak neyin var ki. Hem o kendine baksın, sen yetmiş dokuz yaşında olsan bile, asla seksen olmayacaksın, asırlar da geçse. O, seni yazıp çizip yaşlandıralı kaç yaş aldı kim bilir; inşallah kendisi seksen dokuz, doksan dokuz olur,” dedim, gülüştük.

“Hele de üç beş yazarı getirip getirip karşıma dikmesi yok mu, Tahsin, Ferit, Leylâ, Erdal… Onlar kadar başına taş düşsün e mi!”

Ne güzel döktük içimizi. Ben de anlattım birçok şeyimi. Sevgilimden ayrıldığımı, onu artık hiç özlemediğimi. Bir de “kalem” denen cinin bana da musallat olduğunu, gece gündüz rahat vermediğini, mutlu ettiği kadar strese, üzüntüye, endişeye sevk ettiğini. Sonra, benim karakterlerimin hiç yaşama şansı bulamadığını anlattım umutsuzlukla; kiminin daha cenin evresinde kaldığını, kiminin bir düşükte zayi olduğunu, doğanların da ya erken ölüm ya da Allah’tan habersiz bir yaşam sürdürdüklerini… Bu defa da o benim elimi tuttu; vallahi haklı adamcağız, o duyarlı, sıcacık güçlü eller, hiç yetmiş dokuz yaşında birininkine benzemiyor, en fazla elli dokuz.

“Endişelenme, onlar ki döllenmiş bilincin rahminde, hepsi gelir dünyaya; sen korumaya bak, iyi besle, iyi yetiştir; zaten kendileri bakar başlarının çaresine, ortaya çıkmayagörsünler. Benimki gibi yapma da, önce “Mutlu Varlık” sonra da mutsuz varlık!”

Anlaşılan saatlerdir boşaltamamıştı içini. Ardına yaslandı, derin nefesler alıp, derin düşüncelerle baktı gözlerimin içine. Ay ışığında gözleri griden elaya dönüyordu.

“Kadidi çıkmış, kuru bamya mı demedi, bunak demeye mi getirmedi yazar efendi… ‘Cehennemle yaşlılık arasında ne fark diye soracak olanlara, nasıl bir yanıt verebilirim acaba?’ demişim. Bakar mısın! Ha, ağzıma bir parmak bal çalmadı değil, lütfedip Sarayköy’e yolladı. İyi olmasına iyi oldu, oyunumu seyrettim, karakterlerimle bir kez daha birlikte oldum, onlarla alkışlandım sahnede. Kabristana gittim, Hüsnü’yle hasret giderdim. İyi de, oradaki mutluluğumu da kıskandı,nasıl aciz gösterdi; nerdeyse elimden tutup gezdirdiler…Ya bir amatör gibi, elimdeki roman dosyası Suları Buluşturmak’la yatıp kalkmam?”

“Düşünme bunları.”

“Ya koliler dolusu elyazmalarım, onlara tükenip durmam? Polis bile yolladı evime, korku saldı yazmayayım diye. Buranın kalınlarının gözüne soktu beni, gözden düşürmek için. Ünlü olmamı istemedi, kıskanıyor çünkü. Neler anlatacağım sana, bir fırsatını bul yaz hepsini, hiç sakınma. O, benim Karyalı prensesimi de kıskandı, gencecik yaşında öldürdüğü yetmiyor, bir de enseste kurban etti… Mirza denen o minareci namussuz babası yapmasaydı da, benim suteresi Merve’m, yavrum, Karyalı prensesim o iğrenç, korkunç utancı ve de sonu yaşamasaydı ya! Yahu sevgilinin, sevgilisini sevmek ne demek! Ayı yavrusu Yahob’u sevdirdi bana, vazgeçemediğim bir tutkuya gark edip. Hangisini anlatayım?”

“Beni de kıskanır mı?”

“Nerden bilecek seni, o gafil. Çoook şey var bilmediği. Buraya gelmediğimi, ortadan kaybolduğumu sanıyor, her şeyimin kolilerle Kör İsmet’te kaldığını. Hani seksen yaşındaymışım ya, göstereceğim köftehora! Güya bu yaşta artık gelemem Birada’ya; peki neredeyim, kayıp mı hayatım memadım? Sormazlar mı adama, ne oldu akıbetim; sorarlar da, ne cevap verir, çok merak ediyorum? Görsün bakalım, değil Suları Buluşturmak şu, bu, KitabülAzazil’i (²) yeni baştan yazacağım, hem de o cin tayfası İbn-i Cuhaşe’den de âlâsını. Mutlu Varlık Tunçoku’yum ben!”

“Öylesin canımın içi, Mutlu Varlık olman yeter.”

Oyunbaz çocuklar gibi, kocaman ateşi ne zaman yakmıştık? Çam kozalakları toplanıp geliyor kendiliğinden… Ay ışığı terk ederken zifirdeğirmenimizi, alevler aralarına çoktan almıştı bizi.

İzmir, Şubat 2018

_______________

(¹) ÖMÜRDEĞER (Roman); M.Sadık Aslankara, Can Yayınları, 2014

(²) KİTABÜLAZAZİL; MS: 500 yılında bir cin tarafından yazıldığı söylenen ilginç kitap.