ROMAN: Gönül Çatalcalı; Ömürdeğer

Gönül Çatalcalı

“Ben, adanın ironisiydim besbelli ya da Merve’nin distopyası, Karyalı tragedisinde tiyatro maskı, tam da bana yakışacak havada bir yansıtıcı, aynam olarak. Huysuz, çirkin, itici, üstüne üstlük komik, çekilmez, katlanılmaz, dayanılmaz bir ihtiyar…”

BİR ADA – KARA ROMANI… ÖMÜRDEĞER

Sadık Aslankara’nın son romanının adı, bir iç hesaplaşmanın kitabı olabileceğini düşündürüyordu. Kapak tasarımı ilginçti, çağırıcıydı, rüzgârda salınan başakların ardında kocaman bir değirmen…

Aslankara’nın roman dilini, didikleyici anlatımını bildiğim için okumadan önce düşünmeye başladım, kim bilir hangi beyin fırtınaları, sözcük oyunları, öteki romanlarından konuk edilmiş karakterler, bir anda çözülemeyen dil, sezgilere seslenen ironi, başka yazarlara, kişilere, kitaplara göndermeler, kısacası onlarca tuzak bekliyordu beni! Son kitabı Le’den sonra az değil, dört yıldır Aslankara’nın roman evreninden kopmuştum(k). Uygun zamanı kollamalı, bu dili kesintisiz yakalayacağım, anlatımı keyifle sindireceğim bir okuma süresi ayırmalıydım kitaba.

Bir zamanlar var olduğu söylenen ormanı katledilmiş Birada’nın, taşlı dikenli yollarından geçerek kapakta resmini gördüğüm, en tepedeki değirmene ulaştım soluk soluğa.

“Bir ormandan geriye de sincabı kalır değil mi ama denizi aşıp da öteki karanın ormanına sıçramadıysa tabii, e hani sincap?” 178

Değirmenin içindeki bakımsız bir odada yaşadığını gördüğüm Mutlu Varlık Tunçoku  (bu ilginç ad ona babası tarafından cumhuriyetin onuncu yılında doğmuş olması nedeniyle verilmişti) seksenine merdiven dayamış, yeterince ünlenememiş, yalnız, mutsuz, başka açıdan da huysuz bir yazardı. Yılın belli aylarını geçirdiği bu adada, olumsuz elektriğini yansıttığı ada halkının öteleyici, yok sayıcı buna karşın her türlü kötü olaydan onu sorumlu tutan bakışları arasında yaşayan Tunçoku’nun “ben” sorgulamasıyla başlıyordu roman.

“Seksenlik titrek, gerdanı perdelenmiş, göz altları torbalanmış, ellerinin, yüzünün her yeri yaşlılık çilleriyle beneklenmiş karışık buruşuk biri de olsam boğa gibi burnundan soluyan bu insanlar için yine de kırmızıyla işaretlenmiş pazartesiydim.” 99

Bunca mutsuzlukta, unutulmuşlukta “ben”ini enine boyuna, kendini kanatırca irdeliyordu yaşlı yazar. Çeşitli kitaplara atıflar yapıyordu, İmre Kertesz’in Fiyasko adlı romanındaki yaşlı adamıyla kendisi arasında benzerlikler buluyordu örneğin. Sait Faik’in Lüzumsuz Adam’ı gibi görüyordu “ben”ini.

“ Doğrusu, edebiyatımızın lazımlığıydım ben, ötekilerin haceti dışında başka yararlığı bulunmayan.”14

Bunlar yetmiyor, edebiyat yalnızlığından dem vuruyordu. Kendini didikliyor, leyla (Erbil), Tahsin (Yücel), Ferit (Edgü), Erdal (Öz) gibi hayran olduğu yazarların gölgesi, öykünüsü olup olmadığını, onların varlıklarını içinde gizliden gizliye büyütüp büyütmediğini, kendisinin yazınımız için “öteki” olup olmadığını sorguluyordu. …

“Ben de bir Yahudi’si değil miyim zaten edebiyatımızın?”11

Şaşırıyordum elbette. Soyadlarını tahmin edebileceğimiz bu 50 Kuşağı yazarları dörtlüsüyle ki onlara mahşerin dört atlısı diyordu yazar, romandaki “ben”ini, yazarlığını sorgulayan adamın mı derdi vardı, yoksa kanlı canlı, edebiyatımızın özgün kalemi Aslankara’nın mı? Her şey birbirine karışmıştı zihnimde. Bu kitap, Selim İleri’nin Mel’un’u gibi bir us yarılması mıydı yoksa?

Daha ilk sayfalarda okumamı yavaşlatan tüm ön düşüncelerimi bir yana itip romanın atmosferine girmeye çalıştım.

Mutsuz yazar Mutlu Varlık Tunçoku’nu bütün bu sorgulamalara götüren yaşlılık sıkıntısıydı. Çok zamanının kalmadığını, eşiği atlayamayacağını düşünen bir yazarın “edebi” boğuntuları!

“Yazacakmış gibi yaparken, alttan alta hiçbir zaman yazamayacağımı sezinlediğim, gün gün beni delirten ya-za-ma-ma kay-gı-sı…”17

Hayatını yazmaya adamış olduğu halde değerinin bilinmemiş olduğunu düşünen, bundan sonrasında bunu tersine döndürmeye çalışan biriydi o. “Suların Buluştuğu” adlı bir roman yazıyordu. Bütün dinlerin, katmanların, kökenlerin buluştuğu bir roman olacaktı “Suların Buluştuğu”. Yazar, Varlık yayınlarından çıkmış, o dönemde adından epeyce söz ettiren bir öykü kitabından sonra oyun yazarlığına soyunmuş olmakla, kendini unutulmaya terk edilmiş, bu uğurda edebiyat alanını çağdaşlarına bırakmış gibi hissediyordu.

Çünkü ona göre oyun yazarlığı edebiyatçıların gönül indirmediği bir daldı ve ne kadar ses getiren oyun yazsa, ödüller alsa, bunlar sahnelense de edebiyatın köşe başlarını tutmuş yazarların yanında bir yer edinememiş, hafızalara kazınamamıştı. Ünlü öykücü, ünlü romancı olamamıştı. Ancak kendisinin de (kısacık bir paragrafta) itiraf ettiği gibi parasal getirisi çok olan oyun yazarlığına yönelmiş, iyi paralar kazanmış, ekonomik sıkıntı çekmeksizin istediği gibi yaşayabilmişti. Şimdi de bu uğurda bir ömür tüketmiş ünlerini fazlasıyla hak etmiş romancıları, öykücüleri çekemiyordu. Kısacası günah çıkarmaktaydı!

“Suların Buluştuğu” artık onun tek umuduydu. Bu amaçla yepyeni imgeler peşindeydi.

Romanının esin kaynağı, torunu yaşındaki liseli bir genç kızdı. Merve. Onun deyişiyle “çocukkadın”, bu toprakların “Karyalı” prensesi.

Hayaller kurmak için Merve’nin, nam-ı diğer Karyalının gençliğini, iştah kabartan olgunlaşmamış ham dişiliğini kullanan yaşlı adam, “yazar ben”ini sorgulamanın doruklarına da Merve’yle tırmanıyordu,

“Merve körlüğümün değneği benim, topallığımın asası, Karyalı ise uçurumlar aşmaya yarayacak bir çift kanadım.” 45

Kitabını onun adıyla çıkarmayı bile düşünecek kadar ikilemler içindeydi.

Bu yalnızlıkta yazarın tek dostu –o da belki- Kör İsmet’ti. Adatepe’deki antik kentin bekçisi, keçileriyle, “Dost” adını verdiği köpeği ile yaşayan Kör İsmet. Kendisine Birada’da bir tek “kör”ün değer vermesi, uğraşına saygı duyması ise yazarın gören insanlara duyuramadığı yazarlığının bir ironisiydi.

Entelektüel yalnızlığını ve mutsuzluğunu da adanın “kalın”ları tamamlıyordu. Cahil, düşüncesiz, ceplerini doldurup boğazlarını doyurup cinselliklerini söndürmekten başka dertleri olmayan insanlar. Ülkenin her yerindeki sanat yoksunu, değer bilmez, mal ve mülkleri, kımıltısız yerleşiklikleri ile kendilerini tatmin eden kişilerdir onlar. Bir de onların oy verdiği yöneticiler.  Bu “kalın”lardan her yede, her dönemde vardı. Burada günceli de irdeliyordu yazar.

“…çünkü çok geçmez, ebedî dinî şefimiz tiyatroları da kapatacaktır bir buyrukla. Şeytanlığa ne gerek vardır, üstelik bunu devlet üstlenip kendisi yapacak haa, buna yeltenip kalkışmak bile bir milli felaket, olacak iş midir bu?”

Mutlu Varlık bir çağrı almıştı. Doğduğu kasabada Sarayköy’de sergilenecek bir oyununa, sekseninci yaş kutlaması için davet edilerek onurlandırılmak istenmişti. Bu bile sevindiremiyordu onu. İlle de edebiyat alanında ünlenmek gibi şımarıkça bir yazar isteği taşıyordu çünkü. Oyun alanında verilecek ödülü almak için gitmeyi bir zorunluluk olarak görüyordu. İnatla seksenine daha varmadığını düşünüyordu, bir türlü kabullenememekteydi yaşlanmayı, çünkü yazması gereken roman için zamana gereksinmesi vardı.

Yazar, adadan ayrılıp bu zor yolculuğu yapıyor. Ancak uçaktan inip Sarayköy’e gitmek için trene bindiği andan başlayarak başka sorgulamanın içinde buluyor kendini. Bu da yol ve taşra hesaplaşmasıdır. Yıllar sonra dönüp geldiği yer bıraktığı yer değildir. Kentsel dönüşüme uğramış adı bile değişip “Saraykent” olmuş bir garip yerleşimdir artık.

“Sarayköy’üm, şirin beşiğim benim, söğüt altı ılgın tüllerin nakışladığı sularım…” 30

Onu saygıyla karşılayan tiyatro ekibi, oyunları üzerinde bunca kafa yoran bu insanlar bile mutlu edemiyordu onu. Bu kutlamanın kabalıklarla dolu her anı yazar için çileli bir süreçti. Bu ilin sınırlarında, yıllar önce ölen, çemberinden kurtulamadığı babasının ağır anıları da omuzlarındaydı. İç sesleri peşini bırakmıyordu. Cumhuriyetin ilk savcılarından olan babası Nurullah Bey’den yola çıkarak cumhuriyet sorgulaması yapıyordu. Batı değerlerinin yozlaştırılarak yalnızca biçim olarak alınması ve bu alınıştaki iğretilik… Cumhuriyet kuşağının baskıcı, yönlendirici, dümdüz eğitim standardının gençliğe nasıl uygulandığından başlıyor, oradan cumhuriyet kadınlarının ev içi ezilmişliklerine, oradan annesine dek uzanıyordu.

Eski Sarayköy, yeni Saraykent’ten ayrılırken yanında yalnızca çocukluk arkadaşı Hüsnü vardı. Başka kimse yoktu. Yazarın deyişiyle, kentleri yapan oradaki insanların kendileri de değiştirilmişti. Sarayköy yanıyor, Saraykent de sönüyordu tren uzaklaşırken, arkasına dönüp bakmadığı halde görüyordu bunu.

Ömürdeğer’in bir sorgulamalar kitabı olduğunu düşünüyorum. Müthiş bir yaşlılık yalnızlığı, yazar yalnızlığı, hayatta karşılığını bulamadığını düşünen insan yalnızlığı sorgulanırken bir yazarın yaşamını kuşatan Türkiye sorgulaması yapılmaktadır.

Kent ruhunu, kent dokusunu kaybetmiş Sarayköy fotoğrafında kentleşme olgusu sorgulanırken, ormanı yok edilmiş adanın bakımsızlığı, göstermelik turist rehberi kitapçıkları,  tarihi eserlerin, kazı alanlarının zavallı bekçilerin insafına terkedilişi sorgulanmaktadır. Nasıl bir Türkiye’dir burası, nasıl bir hafızasızlıktır?

Ömürdeğer, bence “sözcükler” romanıdır aynı zamanda. Dille oynamayı sevdiğini her satırda duyumsatan yazarın, kıpır kıpır anlatımını zenginleştirdiği, dağarından çıkartıp bize sunduğu, başka yerlerde fazlaca rastlayamadığımız “onun sözcükleri”nin romanı. Birceğiz, korakocaman, kayşırmak, kıpraşık, karsambaç, umuntu, sırılsıklamlamak, büfekondu, gülüşeyürümek, kafadüşmez (hacıyatmaz), örenülke, acındırı, hainane,

(sayfalarını karıştırmak), askılamak, söylengen (dırdırcı),  göz yaşartısı, gezeğe çıkmak, ikigen, sapçapkın, taşra kovgunu, ıpıldamak, yalabıklık gibi…

Aslankara, hem doğduğu yere (Denizli Sarayköy) hem de öteki roman karakterlerine karşı vefalı bir yazardır. Kitapları birbiriyle ilintilidir. Sarayköy ahalisinden seçilen karakterlerin serüvenleri yalnızca o kitaplarla sınırlı kalmaz, tüm yapıtlarında kendini gösterir. Sığınak’tan, Bin Yüz Bir Giz’den, Le’den çıkıp bu kitaba konuk olan kahramanlar gibi. Örneğin Sığınak’tan Hüsnü  (Sarayköy’ün Sesi Gazetesi’nin sahibi) Ömürdeğer’de Mutlu Varlık Tunçoku’nu ağırlar memleketinde. Aradan yıllar geçmiş herkes yaşlanmış ve bir köşeye çekilmişken vefalı Hüsnü onun Sarayköy ziyaretinde yanındadır.

Hüsnü’nün uzun yıllar yardımcılığını yapmış olan Aylin’i, bir yolunu bulup bu kitapta anmayı da unutmaz yazar. Bin Yüz Bir Giz’deki tiyatrocu Naciye ve Murat, aşklarına Ömürdeğer’de devam ederler. Le’nin çılgın Aysel’i de şöyle bir görünüp çıkıverir.

Paralel kurgu düzeniyle yazılmış romanda adadan Sarayköy’e, Sarayköy’den adaya gidip gelir, zihnim eski ve yeni karakterler arasında bağlantılar kurmaya çalışırken kitabın sonuna geliyorum, tatlı bir edebiyat yorgunluğu duyarak.

Yazıldığı tarihlere bakıyorum. 2008-2014. İki tarih arasındaki çizgi altı yılı imliyor. Altı yılda seksen yıllık bir ömür değerlendirilmesi… Türk ve dünya edebiyatlarından onlarca yazara, yapıta göndermeler yapılarak önümüze konan okuma, anımsama haritaları…

Bunca yılın hakkını verircesine sözcük sözcük, tümce tümce işlenmiş incenakış, belki de göze ziyan “delik işi” bir roman. İnanılmaz bir uğraş, övgüye değer dil işçiliği, dil ustalığı… Bir kez değil, pek çok kez, yalnızca bu dil tadı için bile kapağının açılacağını, altı bolca çizili satırların yeniden, yeniden okunacağını düşünüyorum.

Umarım düşündüklerim gerçekleşir, Aslankara’nın yazın yaşamının 50. Yılında okura sunduğu ÖMÜRDEĞER, Türk yazınında hak ettiği değeri bulur.

Ömürdeğer, M. Sadık Aslankara, roman, Can Yayınları,264 s. 2014

(NOTOS)