SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; HALKA İNMEK, HALKI YÜKSELTMEK…

HALKA İNMEK, HALKI YÜKSELTMEK…

M.Sadık Aslankara
(8.7.2021 YAZISIDIR.)

“Halk romancılığı” ve “halk hikâyeciliği”nden farklı anlamda aldığım “halk öykücülüğü” söylemlerinin, geçmişten günümüze yazarların bilinçaltında yattığı kestirilebilecek yaklaşımla “halk”a bakış temelinde biçimlendiği öne sürülebilir kolayca.

Buna göre sorunun temelinde, halkın, kendi özgür aklıyla herhangi karar alıp eyleme geçemeyeceği, kılgısal girişimde bulunamayacağı, sonuçta insanları âdeta öğrenci olarak görmek gerektiğine dönük inanışın yattığı öne sürülebilir.

O zaman “halk romancılığı” ya da “halk öykücülüğü” terimlerinden kalkıp “halkın okur okumaz anlama geçebileceği, birebir anlayacağı metin” gibi bir anlama gelmiş oluyoruz. Bu durumda söz konusu metin, bir artalan sıkılaması getirmeyecektir zaten.

Kaba genellemeyle bunları söylemek olanaklı hale geliyor bu durumda. Ancak böyle bir genellemenin, eksiklik, hatta yanlışlık barındırabileceği de göz ardı edilmemeli.

Romanın ya da öykünün nice basit kurulsa bile enikonu karmaşalı, dolambaçlı kurguya yaslanacağı açık. İnsanın, fıkra anlatırken ya da dedikodu yaparken bile bunlara kıvam kazandırmaya giriştiği kolayca gözlenebilir. Öte yandan kimileri bunları dinlerken bir anda anlama geçemeyebilir, bu da doğal. İşte “halk romancılığı” ya da “halk öykücülüğü” denildiğinde işin, hiç de basite indirgenemeyeceği ortada.

Çünkü sanatın, sanat eyleminin kendisi basit değil, karmaşık bir yapıya, kuruluma sahip. Ne denli sıradanmış gibi görünse de bu yargıyı sanat adına girişilen her işte, üretim süreçlerinin tümünde görebiliyoruz. Öyleyse Niyazi Berkes’in, “İki yüz yıldır neden bocalıyoruz?” deyişinin bir alt türevi gibi alınabilecek, “Halka inmek mi halkı yükseltmek mi?” sorusundaki gereksizlik kendiliğinden ortaya çıkacak demektir.

Hiçbir sanat eyleminin “basit”, “ilkel” olamayacağı gerçeğinden hareketle konuya yaklaşıldığında “halk romancılığı”, “halk öykücülüğü” terimleriyle asıl söylenmek istenenin faklı olduğu da bilmezden gelinemez diyeceğiz.

Burada, “ben halkın yazarıyım,” diyebilecek herhangi yazarın amacının, en az yüz elli yıllık bir deneyim de ortadayken, gazetelerin iletişim diline dayalı metinle yer değiştirmiş görüntüsü veren bir edebiyat metni ortaya koymak olmayacaktır asla.

Mama bekleyen bebek havasında halka inmek gerektiği düşünülen, bu yüzden salt düz değiştirimle örüntülenmiş, hatta buna bile gerek duyulmadan doğrudan iletişim diline dayalı bir metin elbette olmayacaktır halk yazarının kaleme getirdikleri. Ama bu arada artalan sıkılığı sergileyen, kendine özgü yaratılan dilden vazgeçtim hiç değilse özgün dil kurulmuş, anlatılan her neyse bunun kadar anlatma biçiminin en az bu ölçüde önemsendiği bir metin de olamayacaktır ne yazık ki.

Sınıfsal, ekonomik, toplumsal vb. temelde farklı kökenlerden gelen hemen herkesin okuyup tat aldığı, görkemli, önemli bir örnek bağlamında Reşat Nuri’nin Çalıkuşu, bu açıdan halk romancılığının, elbette halk yazarlığının tipik göstereni, örneği olarak alınabilir.

Ama bütün bu anlatılanların yanında bir yazınsal metinden beklenilenin özgün olamasa da yaratıcı bir dil, dönüştürüme, soyutlayıma dayalı artalan, anlatılanın yanında anlatma biçimi olduğunu düşünenler, bu durumda halk yazarlarının yapıtlarından umduklarını bulamayabilir. Onlara göre halk romancılığı ya da halk öykücülüğü için örneklenenler, estetik gereksinirlikleri tam anlamıyla karşılanamamış yapıtlar olarak anılacaktır.

Örnek olması için Füsun Akatlı’nın, “zorlayıcı” metinleri sevdiğini söylemesi, Enis Batur’un “hazır metin değil katır metin” arayışı bu yöndeki ayrımı ele veren sözler olarak alınabilir pekâlâ.

Demek ki “halk romancılığı”, “halk öykücülüğü” derken konunun geçiştirilemeyeceği, birkaç yazıda aydınlatılıp sorunun çözümlenemeyeceği ortada.

Nitekim ben de kendi payıma “halk romancılığı”, “halk öykücülüğü”, daha genel bir söyleyişle “halk yazarlığı” üzerine kaleme getirdiklerime bu yazıyla son vermeyi tasarlamıştım, ancak haftaya bir beşinci yazıya daha gereksinim duydum sonradan.

“Yazılmayan”, metin konusunda “hayır!” denilen bir yaklaşımı da gözden geçirmek yerinde olacak. Öyle ya, “yazında Bertleby olmak” nasıl bir şey, bu bizi nereye götürür?

Öyleyse yeni bir yazıyla konuyu deşmeyi sürdüreceğiz demektir.