SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; SALKIM HİKÂYE, ÇİLTİM ÖYKÜ…;

SALKIM HİKÂYE, ÇİLTİM ÖYKÜ

M.Sadık Aslankara
(16.03.2023 YAZISIDIR.)

“Sokak Türkçesiyle Yazarlık” başlıklı önceki yazımın ardından, Eva Selin’den okuduğum, “Transmedya Ekosistemine Eleştirel Bir Bakış” diyerek sunulan Transmedya Kültürü (Lejand, 2022) adlı kitabı da buna katarak, “İletişim Diliyle Yazarlık” başlıklı yazımı kaleme alacaktım, ne var ki önce tanımlara dönük bir iki söz etmem gerektiğini düşündüm bu arada. Sağlıklı yol alabilmek için gerekiyordu bu.

“Anlatmak”, “anlamlandırmak” ya da “hikâye etmek”, “öykülemek” diyoruz; yakın anlamlı, eş anlamlı söyleyişler de olsa, hep değişmeceli anlamlarıyla karşımıza çıkabileceği unutulmamalı bu sözcük öbeklerinin.

Kaldı ki öteden beri, “hikâye etme” deyişini, eylem olarak hemen her alanda bilimden felsefeye, sanata, spora, teknolojiye, siyasaya, medyaya vb. yayıla uzana genişleyen bir halkalar dizisi halinde hemen her gün kullanıyoruz. Buna göre fiziğin futbolun da, sinemanın romanın da, müziğin resmin de hikâyesi olabiliyor pekâlâ. Buradan kalkarak varın siz hesap edin artık, medyada milyon da laf mı kaç milyar hikâye çıkacağını karşımıza.

Romandaki hikâyeden örneklemeyle yürüyelim. Yazarlar kaleme aldıkları romanların ana omurgasına irili ufaklı pek çok hikâye dizip yerleştirebiliyor. Kurgu içinde okuduğumuz bu eklemlenmiş hikâyelerin hiçbiri, bizim “öykü” içine alabileceğimiz türden anlatı biçimi değil oysa kesinlikle.

Bir romandan söz ediyoruz değil mi, yani yazınsal niteliklere sahip, bu temelde yapılandırılmış bir yapıttan. “Öykü” olarak adlandırdığımız yazınsal tür, roman omurgasında öyküye dönüşmüyor da nasıl “hikâye” halinde kalıyor peki? Yanıtı çok yalın; çünkü öykü, yazınsal türler içinde şiir, masal, roman, deneme vb. gibi kendine özgü alanı, sınırları, tanımı olan, kendi türüne özgü dil-mantık yapısına dayalı olarak kurulan bağımsız bir yazınsal tür de bu yüzden romana katılmıyor asla.

Romanda karşımıza çıkan hikâyeler, büyük anlatı nehri anlamında romana ilmeklenen küçük birer dere gibi görülebilir, romandan çıkarıp bağımsız olarak aldığınızda anlatının aslında ancak nehre katıldığında, nehirle buluşup onun ana gövdesine karıştığında bir anlama kavuştuğunu görebilirsiniz. Bu nedenle öykü sanatıyla hiçbir ilişkisi olmayan romandaki hikâyeleri hep birer “salkım hikâye” olarak niteledim bugüne dek, yazılarımda bu söyleyişi kullandım sürekli.

Ancak “bağlamlı öykü” olarak nitelenen, bir araya geldiğinde ana gövde üzerinde dizi kurduğu izlenimi bırakan öykü biçimini, romanda ana omurgaya eklemli salkım hikâyelerden nasıl ayıracağız?

Madem “salkım” dedik, yine üzüm eğretilemesiyle aktarayım bu durumu. Bağda üzüm, meyvesini, “omça” denilen bağ kütüklerinde salkımlar halinde verir. Salkımlardaki taneler, seyrek-sık, dolu-zayıf vb. farklı sıralanışlarla yer alır. Kullandığım adlandırmayla romandaki hikâyeler işte böyle “salkım hikâye” şeklindedir. Ana gövdenin, bütün üzüm tanelerini bağladığı, her tanenin ancak salkımdaki yeriyle anlam kazanacağı açık öyleyse.

Bu yüzden “salkım hikâye” olarak niteliyorum romandaki hikâyeleri. Ne ki bu, ana omurgaya eklemlenen hikâyeler demek yalnız, romanın genelde ayrıca bir hikâyesi var elbette. O zaman da bütünün hikâyesi anlaşılmalı bundan.

Omçalar, üzüm meyvesini büyük salkımlar halinde verebileceği gibi “çiltim” (“çilkim”) adı verilen küçük salkımlar halinde de dökebilir. “Öykü”, salkımdan farklı olan çiltim dediğimiz bu küçük salkımdır işte. Ancak “küçük” derken, çiltimin salkıma göre küçük oluşundan kalkarak öyküyü bir küçük roman bağlamında algılamamalı. Zaten “çiltim” sözcüğü, salkımdaki ana sapta uzantılarla birkaç üzüm tanesinden oluşan minik bölüm için de, “bağımsız” küçük salkımlar halinde omçada yayılan küçürek salkımlar için de kullanılıyor.

Bu durumda çiltim haldeki öykünün içinde de birkaç tane-cik salkım hikâye olabilir elbette, ama kolayca anlaşılacağı üzere yapısal farklılıklar gösteren konumda yayılır elbet bunlar omçada, öykü-roman türlerinin de yazınsal metin olarak farklı yapı yansıtmasına benzer biçimde.

Yine de salkım hikâyeler, görüldüğü üzere “bağlı” hikâyelerdir, romandan dışarı çıkardığınızda bunların hiçbiri tek başına “öykü” sanatının örneği olarak alınmaz. Salt birer “hikâye” olarak kalır tümü de. Komşunun ya da bir gazetecinin anlatısına, aktarısına benzer biçimde.

“Öykü”, çağdaş bir hikâye etme, anlatı sanatı. Günümüzde “çağdaş öykü” nitelemesine karşılık olarak “kısa öykü”yü alıyoruz. Her ne kadar “öykü” sözcüğünü, genelde Arapça “tahkiye”den gelen “hikâye” sözcüğü karşılığında kullanıyorsak da tıpkı “sevmek”, “aşk” sözcüklerinin birbiriyle ilişkisinde olduğunca, “Seni seviyorum,” demek “Sana âşığım,” demenin karşılığı olarak alınsa bile ille de “Sana âşığım,” demek gereksiniminin duyulmasına benzer biçimde kullanımda farklı bir anlam genişliği getiriyor diyebiliriz önümüze.

Romandaki salkım hikâyelere neden öykü diyemeyeceğimiz böylece ortaya çıkıyor. Zaten romandaki tüm hikâyeler, ana gövdeye “bağlı” anlatılar. Oysa “bağlam” derken, “bağlı” anlamına gelmiyor bu hiçbir zaman. Bağlam, bir izlek (tema), konu, olgu, durum, ilişki, kişi, nesne vb. herhangi anlatı gereciyle farklı bağlar kuran, ancak bağ kurulsa da hiçbir biçimde bağlı hale gelmeyen çoklu öyküler anlaşılmalı.

Romandaki salkım hikâyeyle öykü sanatının birebir göstereni konumunda iki anlatının yalnız biçim olarak değil nitelikçe farklı bir dil-mantık yapısı üzerinde kurulduğu, farklı temelde yapılanmış birer anlatı sanatı olduğu, bunun gereklerine göre kaleme alınacakları belli.

Romanda ya da öyküde olsun anlatı, iletişim diliyle kurulabilir mi peki?

Sokak Türkçesinden sonra bunun iletişim diliyle de kurulamayacağını söyleyebilirim işin başında. Ama konuyu bu noktada aralayıp Eva Selin’den okuduğum, “Transmedya Ekosistemine Eleştirel Bir Bakış” olan Transmedya Kültürü (Lejand, 2022) adlı kitabı da katarak haftaya buradan sürdüreceğim.