SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Yazmayan Kalmasın!

Yazmayan Kalmasın!
M.Sadık Aslankara
(21.12.2017 YAZISIDIR.)

Reklam bandı havasındaki başlıkla yazıya girmek şaşırtıcı gelebilir. Ama görünen o ki, enikonu herkesin yazdığı, yazmayan hemen hiç kimsenin kalmadığı bir yazınsal algılayış paydaşlığına vardık sanki.

Ama herkes hep kendi yazdığıyla meşgul olduğundan, okumaya pek fırsat bulamıyoruz nedense. Örnek alınan yazarlar da belki kendilerinden başka yazarları okumadığından dizgeli biçimde okumaları olmayan yazarlarca kaleme alınmış büyük, alabildiğine geniş bir kitap dağarı çıkıyor sanki ortaya.

Böyle olduğunda hangi yazarı ötekinden ayırabilirsiniz? Mümkün mü bu? O halde modelin de örneğin de örtüşüp çakıştığı, Matruşka bebeklerine benzer geniş yelpazede bir yazar topluluğuna sahip olduğumuz öne sürülebilir pekâlâ.

Keşke bir sihirli el, yukarıdaki başlığı değiştirip, “Okumayan Kalmasın!” diyebilse. Ama nerde o günler…

Çoksesli bir toplum kuramayışımızın sancısı, sıkıntısı olarak da bakılabilir bu duruma. Öyle ya, biz ha bire anlatmaya çalışıyoruz ama iş dinlemeye gelince, kulağımızın üzerine yatıyoruz daha çok. Bu yüzden yazmaya yatkınız, okumaya değil. Nitekim başınızı kaldırıp çevrenize bakın şöyle kabaca; tabelası, afişi şusu busu ortalık kıyamet gibi yazı dolu. Herkes durmadan bir şeyler yazıyor.

Peki yazanlar, neler kaleme alıyor, neyi anlatmak istiyor?

Zurnanın zırt dediği yer burası. Çünkü yazarlığa soyunanlar, bunu yaşamsal temelde âdeta bir varoluş sorunu bağlamında almaksızın, herhangi içselleştirmeye yönelmeksizin, kendilerinden söz edilmesi amacıyla veya vitrine çıkma fırsatı olarak ya da kariyer kazanma, rekabette, yarışta kazanma, güç gösterisi vb. yaklaşımlarda bir eğilim yansıtıyor daha çok.

Zaman zaman kimi verilerden kalkarak yakıştırma bir yuvarlamayla ilk kitapları göz önünde tutup sonuç üretmeye çalışıyorum. Soru şu: Diyelim 1990 başlarından bugüne yuvarlama yirmi beş yılda “ilk kitap” bağlamında kaç tane ilk öykü kitabı, kaç roman yayımlanmıştır acaba?

Kendi dayanaklarım, bu sürede en az bin romanla bin öykü toplamının ilk kitap olarak yayımlanmış olduğunu düşündürtüyor bana. Bu rakamların başlangıçta düşük düzede ortaya çıktığı bilinirken bunun süreç içinde katlanarak yükseldiğini herkes görüyor.

Bu bağlamda gündelik yaşamın romana katılımı görece aşağıya inerken fantastik, tarihsel, polisiye vb. anlatılar daha baskın biçimde öne çıkmaya koyuluyor. Ama bununla örtüşmeyen, insanın hayranlıkla kuşatacağı örnekler de yok değil gençlerin kaleme aldığı romanlar arasında.

Nitekim hayatla bütünleşmiş görünen roman örnekleri, hele kimi ilk romanlar üzerinde Cumhuriyet Kitap’ta zaten özellikle duruyorum. Bu doğrultuda örneklenebilecek yazarlarla yapıtlar kendilerinden önceki farklı kuşaklardan yazarların yapıtlarını anımsatıyor bana.

Gelin bunlar arasından kimilerini şöyle kabaca anımsamaya çalışalım…

Romanla Yaşamı Zenginleştirmek…

Edebiyatımızda deneme, eleştiri alanlarının ölümsüz ustası Memet Fuat, onca çalışkanlığının arasına roman, öykü türlerini de sıkıştırmıştı. Üstelik hele romanda, yaşamın çeşitli alanlarına bir türlü el atılıp uzanılamayışına da hayıflanıyordu sürekli.

İşte Memet Fuat, ölümünden kısa bir süre önce yeni bir roman daha yayımladı: Sana Deliler Gibi. Bu romanında futbol takımının altyapısından gelen bir gencin aşk ve spor yaşamından kalkarak futbol dünyasına sızmaya çalışmıştı ünlü yazarımız. Elbette, yaşamı boyunca kendisine ilke edindiği sevgiyi elden bırakmaksızın.

Memet Fuat’ın dileği, kendisinden sonraki yıllarda ağır ağır dirilmeye başladı sanki. Çünkü kimi yazarlar yaşamın özüne, daha doğrusu yaşantımıza, yaşamımızda ağırlıklı yeri olan konulara, sorunlara değiniyor.

Sözgelimi dört yanı denizlerle çevrili bir ülkeyiz de peki romanımızda deniz ne kadar yer alıyor dersiniz? Hiç almıyor değil elbette. O zaman en azından Halikarnas Balıkçısı’na, Sait Faik’e, Zeyyat Selimoğlu’ya, Rıfat Ilgaz’a, bunların en genci Cemil Kavukçu’ya haksızlık yapmış oluruz.

Ama günümüzde denizin üzerine ısrarla giden kaç yazar var, söyler misiniz? İşte Ulviye Alpay’ın Çalkantı, Oktay Sönmez’in Acapulo’nun Işıkları adlı romanları, bu açıdan önem taşıyor. Gençlerin arasından bu yönde kaç ad sayabilirsiniz hiç düşündünüz mü?

Denizlerimiz böyle de ormanlarımız pek mi farklı? Ormanlarla kaplı yurdumuzda ormanlara yer açan kaç romanımız var dersiniz? Ne yazık ki çok az. Çetin Yiğenoğlu’nun Haydar’ı Öldürmek adlı romanı bu açıdan önem taşıyor.

Bunlara eklenen bir romandan daha söz edeyim: Sevgi Özel’in kaleme aldığı Yıldızlar mı Suçluydu adlı roman da bize yaşadığımız depremi romanlaştırdı.

Artık yaşamımızın her ânı, tüm yaşantı dilimlerimiz giderek art arda romanlaşıyor. Elbette çok önemli bu! Çünkü yaşantımızın romanlaşması, bir açıdan roman sanatımızı geliştirirken yanı sıra kendi yaşamımıza bakışımızı da zenginleştiriyor.

Ne romandan vazgeçin ne de yaşamın zenginliğinden. Ama okuduğumuz her romanın, bu yaşam zenginliğini daha da artıracağını unutmayın sakın.

O zaman yaşantının soyutlanıp dönüştürülerek romana yansıyışı çok daha önem taşıyor… Soru da yerini buluyor tabii: Kalem oynatanlar ne yazıyor?