ÖDÜL KAZANMAK, ÖDÜLE LAYIK OLMAK…
M.Sadık Aslankara
(16.11.2023 YAZISIDIR.)
Ödül kazanmak, ödüle değer bulunmak, ödülü hak etmek, ödülü bileğinin hakkıyla almak, ödüle layık olmak, ödüle hakkını vermek, ödülün gereğini yerine getirmek, ödüle vefa duygusuyla bağlı kalmak…
Birbirine yakın anlamlarıyla öyle çok söyleyiş var ki ödülün sunuluşuna değgin niteleme getiren, birine sunulurken ya da ödülü alan kişinin ağzından söylenebilecek.
Burada öne çekmemiz gereken iki sözcük, daha doğrusu kavram var; “ödül”, “kazanmak”.
Dıştan bakıldığında ödül-kazanmak ikilisinin ilişkisi hep böyleymiş gibi görülüp algılanabilir, yani bir ödül var, evet, bir de bu ödülün kazananı
Yenmek, olmak, sonuçta bunların gereğine ayak uydurup yaşamı sürdürmek, doğal elenimin bir gereği hiç kuşkusuz. Üstelik bütün canlıların ayak uydurduğu evrensel bir gerçeklik aynı zamanda bu, öyle ya.
Hedef burada, ödül değil o halde; salt yenmek, kazanmak, olmak yaşamla özdeş; hayata tutunmanın tek yolu, doğanın emrettiği kadarıyla. Yarışanlar arasında doğal bir savaşım âdeta. İnsanoğlunun yaşamında gözlediğimizce herkes bir doğal elemeden geçerek “olma” aşamasına ulaşıyor ki, varlıklarını, geleceklerini sürdürebilsin, böylelikle geleceksizlik kaygısından kurtulabilsin. Burada Horace McCoy’un Atları da Vururlar romanı da anımsanabilir pekâlâ.
Ne ki saltık anlamda yaklaşıldığında başka bir gerçeklik de öne çıkıp kendini gösteriyor. O zaman ne söylenebilecektir konuyla ilgili?
Çünkü bunun doğaya özgü yaşanırlığının yani kaçınılamaz o “vahşi” gerçekliğinin yanında, olgunun “insani” bu çerçevede ayrıca vicdani, ahlaki boyutunu da ortaya döken, açığa çıkmak durumunda bırakan yanı var ki bundan söz ediyorum. İşin bu yanı işte o zaman bizi, herhalde daha çok ilgilendirecektir.
Ancak şunu da eklemek gerekir ki bunun aranacağı düzlem, aşama, yarışanlar kategorisinde değil olgunun kendi içindedir, onun için de bütününde aranmalıdır. Böyle bir “ödül-kazanma” olgusundaki dinamik, zaten bunu gerektireceğinden, her ne olursa olsun kazanma eylemini öne alan bir canlının farklı tehditler ortaya çıkmadıkça bundan caymayacağı, sonuçta bu ödüle atılmasının yaşamsal güdü bağlamında alınması gerektiği unutulmamalı.
Ahlaki, insani tutum da insan özüne ait bir eylemdir, kılgıdır elbette, ancak kültürel boyutu dikkate alındığında bunun, olguyla haşır neşir öznelerce dikkate alınamayacak ölçüde önemsizleşeceği, sözgelimi bir yarışmaya katılan bütün bireylerin yalnızca kazanmaya, yani “olma”ya odaklanacağı, bunun için hiçbir ahlaki, insani kaygıyı dikkate almayacağı pekâlâ kestirilebilir. Böylesi yarışmalara katılanların, kendilerini acımasız, vahşi bir ortamda algılayacakları ortada, ama yarışmaya katılanlar için bunun alabildiğine doğal sayılacağı da.
Yarışmaya katılanlarla yarışmayı düzenleyenlerin görece de olsa bir tür işçi-işveren ilişkisi benzeri karşıtlık yansıttığı düşünülebilir burada.
Peki yarışmaya katılanlar değilse de bunun düzenleyicileri ahlaki, vicdani, insani kaygı güdebilecekler midir? Yarış düzenleyicilerin kendileri de bir tür yarışıcı niteliği taşımaya koyulmaz mı?
Şu söylenebilir bu konuda: Yarışmaya katılanlar, öteki katılımcılarla yarışır, yarışmayı düzenleyenlerse kendileriyle yarışır. Bu ne anlama geliyor?
Şöyle düşünülebilir: yarışanlar için kural bu vahşi olguya ayak uydurmaktır belki ama yarışmayı düzenleyenler, örneğine doğada rastlanan bir vahşi ilişkilenişten kendilerini korumanın çaresini arayabilir, aramalıdır da. Çünkü kendilerini, kazananı belirleyici konumunda birer ahlak koyucu olarak niteleyeceğine göre tanrı yerine ikame edilmiş ikon bağlamında alabilir pekâlâ.
O zaman yarışa katılanlarla yarışı düzenleyenlerin ayak uydurmak zorunda olduğu koşullar bu doğrultuda, buna göre değişecek demektir.
Yarışmaya katılanlar salt kazanmak, olmak için çaba gösterip yarışacaktır ama düzenleyiciler, bu yarışmacıların arasından kendilerini kısıtladıklarını düşündükleri insani, vicdani, ahlaki koşulları dikkate alarak belirleyecektir. Katılanlar yarışıcıdır, kırıp dökmeye, vahşi bir cangılın içinde ayakta kalmaya kavilli halde savaşıma hazır birer yırtıcıdır âdeta. Oysa ötekiler yarışanlar arasında seçim yapmayacak, kendi koşullarıyla uyumla olarak kendilerine göre en uygun belirlemeyle bunu saptayacaklardır.
Görüyorsunuz ya, bu iki kesim arasında ciddi, üstelik çok büyük bir fark var; yarışanlarla yarışmayı düzenleyenler, iki kesim de birbirinden farklı dünyaların içinden bakıyor görünüyorlar bu sorunsala. Özetle yarışmanın yarışıcı-yarıştırıcı kesimleri arasında uzlaşımsız bir çelişki söz konusu. Bu çerçevede yarışanlar yarışmayı, yarıştıranlar yarıştırmayı kendi ilkelerini dikkate aldıklarından ilk grup kazanan, olan olmak için canını dişine takarken, ikinci grup onların bu yaşamsal tutkusunu, yönelişini umursamadan kendi belirlemesi yönünde ilerliyor. Özetle her iki küme de niteliklerine göre bakıyor bu olguya.
Şimdi yazının girişinde kullandığım söyleyişlere dönersem; yok ödül kazanmak, ödüle değer bulunmak, ödülü hak etmek, ödülü bileğinin hakkıyla almak, ödüle layık olmak, ödüle hakkını vermek, ödülün gereğini yerine getirmek, ödüle vefa duygusuyla bağlı kalmak, şu bu, lafı güzaf, bunların hiçbiri bir anlam taşımıyor aslında.
Yarışanlarla yarıştırıcıların ortasında öyle bir duvar var ki bir geçiş yok kesinlikle iki taraf arasında. Seslerini duymadıkları gibi birbirlerinin, karşılıklı varlıklarının da ayırdında değiller.
Birbirlerini görmeden kendi kulvarlarında koşuyorlar özetle yarışmacılar da yarıştırıcılar da. Yarışmacılar kazanıp olmak için vahşi bir koşuya girişiyor, yarıştırıcılarsa dertleri zaten seçmek değil belirlemek olduğundan kendi iç dünyalarında bunu tartıp karar vermeye çabalıyorlar.
Sonuçta yarışma, kendi uyumsuzluğu, saçmalığı üzerinde yükseliyor. Hiç kimsenin hiçbir kazanımı olmaksızın.