SAYFA YAZISI: Yaratma Tutkusu; Tutkunun Yaratıcılığı…

M.Sadık Aslankara (06.04.17 yazısıdır.)

“Tutku” ile “yaratma”, bir direnç, birey için doğada, toplumda, kendi bedeninde türsel varoluşun ayakta kalışını, devamlılığı sağlayan bir büyük güç merkezi, bütün bunların dinamosu ya da mucizevi bir fiş-piriz buluşması olarak neden alınamasın?

Fişle priz, tutkuyla yaratma eyleminde bir büyülü formül ifadesi olarak da düşünülebilir…

Bu iki itici güç, dirimsel ya da duygusal anlamda kendiliğinden veya tasarım temelinde farklı bir esinin, nedenin, olgunun etkisinden kalkarak buluşup yola koyulabilir kuşkusuz. Bu buluşmanın, bireyin yaşayabileceği en büyük dönüşümü tetikleyeceği de öngörülebilir. O halde böyle bir buluşma durgun, sıra içi, düz, döngüsel, mekiksel olamaz, tam tersine bir devrim eylemidir bu; yaşanmışlığı değiştiren, gerçekleşmeyeceği sanılan bir hayatı yaşanabilir kılan mucize.

Herkes böyle bir buluşma yaşayamaz, sanatçılar için de geçerli bu. Sıra içi sanatçı kalmak, türe özgü sanat yasasına uygun verimlemeyi sürdürdüğü oranda o sanatçıyı küçültmez kuşkusuz, ne var ki geleceği biçimlendiren sanatçı da çıkmaz sıra içi kalan kişiden.

Zeynep Oral’ın unutulmaz sanatçı Leyla Gencer’i odakladığı Tutkunun Romanı adlı yapıtını anmanın sırası. Bu anlatı, bize, fişle prizin her ne pahasına olursa olsun, hangi yollardan geçerek, hangi evreleri aşarak söz konusu ikiliyi tetiklediğini, böylelikle dünyayı yerinden oynatabilecek güçte o büyük ânı yaşanır kıldığını, sürecin hareket yönünü belirlediğini çok açık biçimde gösteriyor.

Kolay olmayanı başarmaktan söz etmiyoruz. Doğal eleme olgusuyla önü açılan enerji değil bu, türü ayakta tutma işlevine sahip, bireyi varoluşa yönelten bir tutku yaratısı da değil, olsa olsa yoktan var etme biçimi ya da bir “büyük patlama”!

Leyla Gencer, sahneye çıkmayı bir “uçurum kenarında olmak” bağlamında alıyor, “tek güvencesi tutku” çünkü. Bu ilişkilenişi, Zeynep Oral’ın satırlarından aktarayım:

“Uçurumun kıyısında olmak artık bir seçim sorunu değil. Bir zorunluluk.

Onu hep uçurumun kıyısına götüren, tutkusu ve sesi.

Tutkusu ve sesi onu hep uçuruma yuvarlanmaktan kurtarıyor…” (Milliyet Yayınları, 1992, s.10)

Bir sanatçı için gereken “tutku” ile “yaratma”, bu işte! Bu gücü tam bir diyalektik akışla kendi bedeninden geçirip aşırması gerekiyor sanatçının. Bu mucize, sanatçının kendisini hem fiş hem priz yapabilmesinden kaynaklanıyor, o kadar! Böylelikle bir büyük enerji patlaması yaşanıyor kendiliğinden.

“Tutku” ile “yaratma” buluşması, bir “büyük patlama” halinde böyle gerçekleşiyor. “Uçurum kenarında olmak” ifadesi bunu karşılıyor.

Bu kavram çiftinin işleyiş yönü üzerinde de durulmalı. Yazının başlığı söylüyor zaten. Yaratma olgusu bir tutku kuşkusuz, evet ama tutkudaki tek yanlı yaratıcı ruh da başlı başına bir alan açıyor önümüzde. Bunu şu biçimde açımlamak olası: yalnızca yaratabilmek amacıyla ivmelenmiş bir tutku, sonuçta saltık anlamda yaratının kendisine dönük tutku değil midir? Öyleyse bir tür yaratı severlik diyebiliriz bunun için.

Bunu, verimlilik sergileyen tutkunun yaratıcılığı ile ayırmak şöyle olası: İlkinde bir maymun iştahlı tutku, yani tutku yanılsaması ya da bir yalancı tutku öne çıkıyor daha çok. Ötekinde ise süreğen bir tutku var ortada. Tutkunun yaratıcılığı, hem kendisi üzerine eğilen hem de bu alanda ortaya çıkan bütün buluşmaları gözden geçirerek kendisini geliştiren, sonuçta kendisini her seferinde aşan bir buluşma…

İlkinde fişle priz ara ara buluşuyor belki, ama ikincisinde fişle priz buluştuğunda kendini geliştirerek her seferinde yeni büyük patlamalara yol açıyor…

Siz, nasıl bir tutkuya, yaratıcılığa sahip olmak isterdiniz?