TİYATRO: Kundakçı’nın Aynasına Vuran Toplum…

08 Aralık 2017 tarihinde tiyatrodergisi.com.tr için yazılmıştır.


Yazının başlığı, “Kundakçı’daki Oyun Havası” da olabilirdi. Grigory Gorin’den Haluk Bilginer’in çevirip Muharrem Özcan’ın sahneye aktardığı Oyun Atölyesi yapımı Kundakçı, açık biçemle kotarılmış, oyun içinde oyun olgusuna dayalı bir sahne çalışması çünkü.

Oyunun tanıtmalığındaki bir iki tümceye göz atalım hadi ilkin:

“Sene M.Ö. 356… Pazarcı Herostratos dünya harikası Artemis Tapınağı’nı yakar. Peki neden? Oyun mu? Kumpas mı? Komplo mu? Şöhret aşkı mı? Peki Artemis Tapınağı’nın kundaklanması, efendiler ve ezilenler dünyasında nasıl bir yangına neden oldu? Kundakçı Herostratos bir terörist mi yoksa kahraman mı?”

Yukarıdaki şu birkaç satır, oyun başlar başlamaz pat, geliyor zaten önünüze. Özetle oyun bu, ama bize aşikâr olan bu değil de sahne plastiğiyle yansıtılan ayna, oyunsal süreç… Buna bakmamız gerekiyor açıkçası. Böyle olunca Kundakçı, geleneksel tiyatromuzla örtüşen, ama modern biçemler giydirilmiş bir oyun gibi alınabilir herhalde.

Kundaklamanın Dayanılmaz Cazibesi…

Gerek bizde gerekse dünyada öylesine kundaklama hikâyesine tanık olduk, oluyoruz ki, oyun, salt yol açtığı bu kıvılcımlanma nedeniyle bile bizde bıyık altı gülümsemeye yol açıyor kanıma göre. Özetle, bildik öykü…

Üstelik bildik bir biçeme yaslanılarak sahneye aktarılıp sunulduğu için de bizdeki kundaklamaların birinden içeri girmişçesine duygu yokluyor yüreğinizi. 12 Mart’lar, 12 Eylül’ler gelip geçiyor düşünce ufkunuzdan. İyi ama, biz bu hikâyenin başka başka versiyonlarını görmemiş miydik, diyorsunuz ister istemez, elinizde olmadan.

Sonra işte hikâyeler sökün ediyor bir yerlerden. Kundaklama eyleminin altında yatan nedenler çıkıyor bir bir. Bunların toplumsal, siyasal, psikolojik vb. gerekçeleri… Derken topluma, tabii bu arada kendi toplumumuza bakışımızı derinleştirip çoğullaştıran gerekçelerle karşı karşıya kalıyoruz.

Oyun Atölyesi’nin salonunda oyun izlemeye koyulduğunda seyirci,  tiyatro olgusunun ya da tiyatro sanatının hayatına nasıl olup da doğrudan böylesine çabuk katılıp kendisini etkileyebildiğine tanıklık yapıyor bir bakıma…

Oyun metnini okumuş değilim, yine de izlenimden kalkarak söyleyeceklerimi kaba genellemelerle sıralayayım istiyorum. Çünkü sanat yapıtı, bize onu incelememiz için sunulmaz. Biz onda estetik hazla bütünleşiriz o kadar.

Muharrem Özcan’ın Başarısı…

Yönetmen Muharrem Özcan, bununla da yetinmeyip kurnazca sorular, göndermeler eşliğinde seyirciyi oyuna çekip katılımcı bir sahne trafiğiyle oyunu alabildiğine köpürtüyor aynı zamanda. Ötesinde tam anlamıyla seyirlik eğlenceye dönüştürüyor da denebilir oyunu.

Hep biliyoruz, sanatın yüksek haz, bununla uyumlu eğlence ürettiğini ama ayarını bilemiyoruz bir türlü. Ya sanatı unutup eğlenceye kaptırıyoruz kendimizi ya da eğlenceyi bir yana bırakıp abus yüzlü bir oyunla çıkıyoruz seyirci karşısına. Muharrem Özcan’ın bir başarısı da bu bana göre. Bir yandan oyunun katmanlarını açıyor ustalıkla seyircinin önüne öte yandan sanki gırgıra almış havasında kimi küçük fitillerle hop alevlendiriyor da oyunu.

Bu arada bakıyoruz, Kundakçı, bir polisiye örgüsüne dayalı ipuçlarıyla alabildiğine geliştiriliyor, âdeta uçmaya hazırlanıyor oyun. E, doğrusu itiraf etmek gerekiyor ki başarıyor da bunu Muharrem Özcan.

Ama fişek gibi bir oyuncu kadrosuyla. Başta yönetmenin kendisi olmak üzere sayalım o zaman hemen ardı sıra gelen oyuncu kadrosunu: Tuna Kırlı, Devrim Özder Akın, Tuğba Çom Makar/Tuğçe Karaoğlan, Evren Erler, Gözde Kırgız, Timuçin Başgül, Mithat Ozan Küren, Serkan Ilgaz, Sedat Bilenler.

Doğal ki bu kadroya dekor kostüm tasarımında Özlem Karabay’ın, müzikte Çağrı Beklen’in, ışık tasarımında Ayşe Sedef Ayter’in adını da eklemek gerekiyor.

Oyun Atölyesi’nde Kurumsallaşan “Gençlik Tiyatrosu”…

Şu son yıllarda eski-yeni azımsanmayacak sayıda topluluktan izlediğim oyun örnekleri, tiyatromuzda, öncülüğü geçmişten günümüze hep gençlerin üstlendiğini göstermekle kalmıyor kanıtlıyor da aynı zamanda. Öylesine bir gençlik tiyatrosu fışkırmış durumda ki, sanatta en doğru adreslerden biri işte bu topluluklar.

Artısı eksisiyle yaşları otuz dolayında gezinen, sayıları birkaç yüze ulaşan bir genç enerji, tiyatromuzda gerçekten de dinamo konumunda bugün görebildiğimce. Nitekim hem öncülüğünü yapıyorlar bu kavrayışın hem de taşıyıcılığını üstleniyorlar şaşılacak enerjiyle. Özellikle İstanbul, bu gençlerin kazandırdığı ufukla ışıl ışıl parlıyor.

Bu doğrultuda gençlerin en çok ilgi gösterdiği sanat ortamlarının başında tiyatronun geldiğini de gözlemliyorum ayrıca. Tiyatroyu eskiden diyelim cumhuriyetin ilk kuşakları izlerdi, onlar Halkevleri aracılığıyla zaten bu sanatın izleyicisi olarak kabul edilmişti hep. Oysa şimdi bu durum değişti. Tiyatro salonları gençlerle dolup taşıyor. Gören göz, hemen fark ediyor zaten bunu.

İşte bir usta olarak Haluk Bilginer’in, gençlere güvenen, tiyatroyu onlarla birlikte sürdürme kararlılığı gösteren tutumu üzerinde nice durulsa yeridir ama eksik kalır yine de bana göre. Tek bir övgü satırıyla geçmeyi yeğleyeceğim bu olguyu, sonuçta buna doğrudan tanıklık yapmanızı önereceğim çünkü size.

Bu da gençlerin oyununu izlemeniz anlamına geliyor kuşkusuz.

O halde durmayın. Siz de tiyatromuzda fırtına gibi esen, bu arada fırtınalar da estiren söz konusu genç enerjiye eklemlenip halkaya katılın. Bu anlamda yaşınız kaç olursa olsun, Kundakçı’nın sizi beklediğini, oyunu kıpır kıpır yapan gençlerin de sizi seyirci olarak görmek istediğini unutmayın lütfen.