Üç İstanbul, Üç Dava

ÜÇ İSTANBUL, ÜÇ DAVA…

M.Sadık Aslankara
(Haziran 2010)

Şakir Eczacıbaşı’nın
çok değerli anısı için…

Üç İstanbul, Mithat Cemal Kuntay’ın (1885-1956) kaleme aldığı, günümüzde de önemini koruyan, bunun ötesinde estetik gerekirlikleri enikonu yerine getirilmiş bir roman. (Bak.: Oğlak, 1998).

Romanın arka kapağından alıntıladığım şu satırlar şimdilik romanı tanımak bağlamında yeterli görünüyor bana:

“Simsiyah ve 33 yıl sürmüş Abdülhamit dönemi baskısıyla ‘İstibdat İstanbul’u’… Özgürlük adına iktidara gelenlerin yönetimde olduğu ama Abdülhamit’e rahmet okutturan ‘Meşrutiyet İstanbul’u’… Batan bir imparatorluğun bütün sefaleti ile ülkeyi işgal edenlere yaltaklanmada birinci olanların ‘İşgal İstanbul’u’…”

Fethi Naci, (1927-08) Türk romanına değgin neredeyse tüm ele alışlarında bu yapıtın üzerinde önemle durur… Ardından Kuntay’ın, romandan yaydığı kokuya getirir sözü:

“Mithat Cemal Kuntay’ın romanından sürekli olarak bir leş kokusu gelir burnunuza. İstanbul’un birbirini izleyen üç dönemini bütünüyle yansıtmak isteyen yazar, gözlerini hep bu kokuşmuşluğa dikmiştir: Yalnız kişisel çıkar ardında koşan insanlar, dalkavuklar, jurnalcılar, ikiyüzlüler, ancak başkalarının kötü durumlara düşmeleriyle mutlu olanlar, birbirlerinin kuyularını kazanlar, birbirlerinin karılarını baştan çıkaranlar, birbirlerinin servetlerine göz dikenler…” (Fethi Naci; Yüzyılın 100 Türk Romanı, Adam, 1999, 70)

Üç İstanbul’a yönelik bu anlatımın, Franz Kafka’nın (1883-1924) Dava’sı ile hiç değilse ele alınan karakterlerin kimi nitelikleri bağlamında örtüşeceği öngörülebilir.

Ancak ben “üç İstanbul” derken, tiyatro sanatımızda çok önemli kesitler oluşturan üç kent panoramasını kastediyorum burada. Tiyatro sanatımız dikkate alındığında ilk İstanbul, Türklerin görece edilgin bir rol üstlendiği Osmanlı dönemini, ikinci İstanbul etkin bir rolün öne çıktığı cumhuriyet dönemini, üçüncü İstanbul ise tiyatromuzun uluslararası arenada kendini sınadığı, evrensel bağlamda görücü önüne çıktığı İKSV Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali dönemini yansıtıyor denebilir.

Gelelim Dava’lara… Özel bir topluluk olan garajistanbul tarafından festival kapsamında ilk kez 2008-09’da sergilenen ilk Dava, bu mevsim ödenekli bir topluluk olarak Bakırköy Belediye Tiyatrosunun sergilediği ikinci Dava, son olarak bu yılki festival kapsamında sergilenen üçüncü Dava… İşte üç İstanbul, işte üç Dava size!

Üç İstanbul’u karşılaştırmak bu yazının boyutlarını aşacak yoğun emekli bir çalışmanın ürünü olabilir ancak. Ne var ki biz “Sadık Seyirci”nin dar sayfa olanakları içinde söz konusu üç Dava’nın birbiri içinden geçen koridorlarında geçinerek kimi değerlendirmelere girişebiliriz herhalde…

Yerli Bir “Dava”…

Franz Kafka’nın Dava adlı romanından Kerem Kurdoğlu’nun yazıp yönettiği garajistanbul yapımı İstanbul’da Bir Dava adlı oyun da İlk kez bundan önceki 16. Festivalde sunulmuş, sonrasında mevsim boyunca sergilenmeye devam edilmişti.

garajistanbul, Kurdoğlu’nun, “Kafka’nın Dava romanındaki öykü fikri, bugün İstanbul’da yaşamakta olan bir oyun yazarının aklına gelmiş olsaydı, acaba nasıl bir oyun yazardı?” sorusunun peşine takılarak Dava’yı yeniden yazdığını dile getirmişti yayımladığı bültende.

Oyun üzerine kaleme aldığım yazıda, Dava’nın, Kafka’nın korkuyu kavramlaştırdığı bir başyapıt olduğunu belirtip; “İstanbul’da Bir Dava’nın korkunun kavramlaştırılması bağlamında Kafka’nın yapıtıyla özde bir koşutluk kurup kurmadığı”nı sorgulamaya girişmiştim. (Bak.: Tiyatro Tiyatro, Ocak 2009)

Bunun üzerine Kerem Kurdoğlu’dan bir elektronik mektup almıştım. Kurdoğlu, 6 Ocak 09 tarihli mektubunda; “Keşke Kafka’nın ne yapmak istediğinden uzaklaşıp, bizim ne yapmak istediğimize biraz daha bakabilseydiniz, gösteriden derin bir şekilde etkilenen birçok seyircinin neden ve nasıl etkilendiğini de değerlendirseydiniz” diyerek bir karşı-eleştiri getirmişti incelikli bir tutumla.

Gerçekten topluluğun tanıtmalığında oyuna değgin dile getirilen düşünce dikkate alındığında Kerem Kurdoğlu’nun bu karşı-eleştirisine katılmamak olanaksız görünüyor. O halde Kurdoğlu’nun Kafka’nın Dava’sından kalkarak kaleme aldığı, sahnelediği İstanbul’da Bir Dava adlı oyundan söz açarken gelin bir kez daha göz atalım bu tanıtıma:

“Kerem Kurdoğlu Kafka’ya sadık kalma sorumluluğundan mümkün olduğunca kaçarak, Kafka’nın ne söylemek istediğini değil, bugün bu topraklarda yaşayan insanların Kafka’da kendilerine dair ne bulduklarını anlamaya çalıştı. Sonuçta ortaya çıkan şeyin, bildik anlamda ‘Kafkaesk’ olduğunu söylemek oldukça güç. Köhne, karanlık, tozlu bir dünya değil bu. Tam tersine, pırıl pırıl, cilâlı bir eğlence dünyası tarafından sarılıp sarmalanmış, ‘renkli’ bir yükseklerden dibe yuvarlanma öyküsü. Müziğin, koreografinin ve görselliğin ön planda olduğu bir gösteri. Kafka’nın öznesi belirsiz, ulaşılmaz, yüce otoritesinin yerini başka bir şey almış burada. En az onun kadar ürkütücü, en az onun kadar acımasız bir şey. /Eğlenceli bir Kafka müzikaline hoş geldiniz!”

Bu çerçevede İstanbul’da Bir Dava’yı Kerem Kurdoğlu’nun bir Kafka yorumu olarak almak daha doğru görünüyor. Nitekim Kurdoğlu, Josef K(e)’de değil yalnız, oyunun bütününde bir yerlileştirme de (yerelleştirme değil) getirmişti. Kurdoğlu, Kafka’yı, Dava’yı basamak yapmış, deyiş yerindeyse, bunu bizim toplumumuz için “adapte” etmişti. Biraz daha ileri giderek söyleyecek olursak, Kurdoğlu, İstanbul’da Bir Dava’yı, 1960’ların Türk filmlerinden biri gibi kotarmaya çalışmıştı âdeta.

Bir romandan tiyatroya ya da sinemaya uyarlanan yapıtta, romanı aramaya kalkışmak boşuna çaba elbette, olanaksız hatta, biliyorum bunu. Ayrıca zaten biliyoruz ki hiçbir roman sahneye ya da perdeye birebir yansıtılamaz. Ortaya çıkan yazarın romanı değil, uyarlayanla yönetmenin oyunudur, filmidir yalnız. Bu da yönetmenin bakışıyla romana getirilmiş yorumdur olsa olsa.

Dramatik Bir “Dava”…

Franz Kafka’dan Steven Berkoff’un uyarladığı, Ayşe Üner’in çevirip Turgay Kantürk’ün yönettiği Bakırköy Belediye Tiyatroları yapımı Dava da geçen mevsim, festivalin hemen öncesinde izlediğimiz bir başka Kafka yorumu oldu.

Çalışmanın bu anlamda tam bir Kafka yorumu olduğunu söylemek olası görünüyor bana: 1. Oyun, metin olarak Kafka’ya uyumu, açılım bağlamında dramatik akışa sahip olduğu için, 2. Metin, Turgay Kantürk tarafından yine Kafka’ya uyan yorumla bir atmosfer yaratılarak sahnelendiği için…

Bu ortak erkeye Sibel Arslan Yeşilay ile Ceren Ercan ikilisinin dramaturgi çalışması da eklendiğinde, enikonu bütünsellik yansıtan bir “Franz Kafka” portresinin çıktığı söylenebilir gönül rahatlığıyla. Bu nedenle oyun, Dava kadar Kafka’nın evrenini de önemseyip bunu bizde somutlamayı, yeniden kurmayı bir amaç olarak önüne almış görünüyor.

Bütün bunlar Cem Yılmazer’in çevre-ışık, Gönül Sipahioğlu’nun giysi, Sinan Temizalp’in devinim tasarımları, yanısıra Tolga Çebi’nin müziği ile de destekleniyor üstelik. Ama asıl şaşırtıcı olan yanın bir estetik-plastik somutlanış bağlamında tüm oyuncuların, üzerlerine düşen görevi eksiksiz yerine getirmesinde yattığını ekleyeyim. Yönetmen Kantürk, Josef K(e) ile ötekileri yansılayan oyunculardan farklı biçemde oyunculuklar istese de her oyuncunun kendi rolünü yapılandırırken oyuna büyük erke eklediği göz ardı edilebilir mi hiç?

Evet, klasik bir tragedyanın çağdaş yorumu olarak alınabilir Turgay Kantürk sahnelemesi. Bir yandan metni, bu metnin yorumunu, açılımını önemseyen, ama öte yandan bunun sahne düzleminde plastik açıdan oluşması için çabalayan tutumu çerçevesinde. Bu yüzden biz Dava’da hem oyuna kilitlenip, diyelim bundan bir kavramsal vargıya ulaşmak için emekliyoruz, hem de bundaki sunumunun gereksindiği sahne plastiğiyle yüz yüze geliyoruz.

Böyle olunca ne metne ne de sahne plastiğine sırt dönülen, ama birbiri yerine geçirilebilecek öğelerde herhangi yalınlaştırmaya, kısaltmaya, yerine koymaya da gidilmeyen “ortodoks” veya “köktenci” bir yorumla karşı karşıya geliyoruz ister istemez. Kantürk’ün yorumunda, gerçeküstücü öğelerle bezeli bir opera formundan yararlanıldığı da öngörülebilir ayrıca. İyi de komşu, banka çalışanı, çevre sakini, ötekiler, birer soytarı, koro bağlamında farklı açılımlarda alınabilecek onca anlatıcı öğeye sahipken oyun, hem metni olduğu gibi korumaya çalışmak hem de bunları bir anlamda sahne plastiği içinde “yineleme” bağlamında yeniden kurup göstermeye yönelmek fazlalığa yol açmayacak mıdır o zaman?

Kantürk, keşke zaman zaman bunlardan birini kullanıp oyun metninden ya da sahne plastiğinden tasarruf edebilseydi diye düşünmekten alamıyor insan kendini. Dramaturginin katkısıyla Kafka’nın Dava’sı bunca kristalize olup berraklaşmışken, oyun çok daha ferahlardı herhalde o zaman. Oysa bu konumuyla kör kör parmağım gözüne dercesine yineleme bağlamında bir sıkıntı yaşanmadığı düşünülebilir mi hiç?

İronik Bir “Dava”…

Festival kapsamında sunulan Andreas Kriegenburg’un sahne tasarımı ve yönetiminde Mathias Günther dramaturgisiyle Münchner Kammerspiele yapımı Dava, bir açıdan George Orwell’in (1903-1950) 1984 adlı ünlü yapıtını da anımsatıp çağrıştırıyor denebilir. Üstelik bu yönde apaçık kurulmuş bir derin ironik göndermeyle…

Bir burgaç ya da kuyu veya koza imgesine kucak açan yatay-dikey sahne bileşkesiyle getirdiği yorumla Kriegenburg da metinde kısaltma yapmaya kıyamamış yazık ki. İlginç bir yan da her iki oyunda Dava’dan baskın bir “metin havası”nın yayılmasına engel olunamayışı… Böylesi birebir anlatıma dayalı bir metin gerekir miydi gerçekten bu Dava’lar için?

Oysa oluşturduğu mükemmel sahne tasarımı ve plastiğiyle Josef K(e)’nin tragedik varoluşunu bir bütün olarak büyük bir düşlemsellik içinde bize aktarmayı başarmıştı yönetmen. Ötesinde “Büyük Birader”in her şeyi gören ezici buyurganlığı altında parçalanmış kişilik imgesiyle Josef K(e) için unutulmaz bir yorum da getirmişti. Üstelik bunu sahnede bırakmamış, salona da taşımıştı ayrıca, bir verimleme-alımlama boyutunda. Gerçekten de Kriegenburg’un yorumunda herkes birer K(e) olup çıkmıştı sonunda.

Nasıl bir K(e) idi peki bu? Tümü de kendi kozası içinde kıvıl kıvıl durmadan kımıldanan, birbirini çiğneyip geçerek, aşarak kozasından dışarı çıkmaya çabalayan, ama bir türlü bunu başaramayan birer kurtçuk… Ayakaltında ezilmeye yargılı basit birer tırtıl ya da…

Buna dikey sahneden yatay sahneye uzanan, huni-kuyu ağzı, koza kesiti olarak motosiklet üstüvanesini çağrıştıran oval düzlem de eklendiğinde Kafka’nın Dava’sı atmosfer bağlamında tam bir somutlanışa dönüşüyor âdeta. Sonra Björn Gerum’un ustalıklı ışık yansıtımının bu atmosferi, bir pelür kâğıt inceliğinde gözler önüne serdiğini belirteyim. İşlevsel kılınmış bir müzik eşliğinde sekiz erke topu oyuncu aracılığıyla.

Bu nefis buluşu için, bunu yansıtmaktaki teknik becerisi için yönetmeni kutlamamak elde değil. Bunlardan çok daha önemli olarak asıl kutlanması gereken yanı yönetmenin, Dava’yı, Josef K(e)’nin parçalanmış kişiliğiyle, tüm oyuncuları göstermeci bir kavrayışa dayalı K(e) olarak örgüleyip kilitleyişinde ya da bunları birbirinin yerine geçirterek yorumlayışında yatıyor kanımca.

Bu elbette özellikle Orwell’in “Büyük Birader”i ile bir zıtlık içinde hoş bir ironik düzlemin oluşmasına yol açıyor, bu ise oyunu ayrıca uçuran yanlar taşıyor alabildiğine.

Bütün bu öne sürüşlerin ardından üç Dava için başlıklar halinde bir karşılaştırmaya girişsek neler söylenebilir? Oyunların bende bıraktığı iz, tortu doğrultusunda bunları şöyle sıralayabilirim:

1.Kerem Kurdoğlu, oyunda işlenen olgusal gerçekliğin dışa açılımı doğrultusunda çaba harcamış görünüyordu daha çok. Oysa Berkoff-Kantürk ile Kriegenburg yorumlarında oyun, bir iç yolculuğun değişkeleri biçiminde yorumlanıyor denebilir.

2.Kurdoğlu’nun oyununda çalgılı çengili bir curcuna havasında Dava, bir halk bakışı açısından yeniden yorumlanmıştı. Kantürk, bunu çağdaş bir tragedya yorumuyla, bireyin kendi içine yöneldiği tragedik bir yolculuk olarak aktarmıştı. Kriegenburg ise neredeyse bir çizgi bandı gibi düşünmüştü oyunu. Bir dönem La Linea (Bay Meraklı) olarak televizyonlarda gösterilen Osvaldo Cavandoli’nin (1920-2007) çizgi bandındaki gibi yaratıcısıyla hem tragedik hem ironik ilişkisi olan kahraman olarak alınmıştı Josef K(e). Bir kara anlatının egemen kılındığı da gözden uzak tutulmamalı burada.

3.Kurdoğlu, zaman zaman geleneksel oyunculuk biçeminden yararlanıyordu, en azından kimi öğelerle bu yönde göndermeler getiriyor, böylelikle seyirci-oyuncu aynı bütünlük içinde harmanlanıyordu. Kantürk ise klasik-modern oyunculuk tekniklerinin tümünden yararlanarak, zengin çağrışımlı aksesuvarlar kullanarak seyirciyi bu sahne düzlemine çekerek kendisine bağlamaya yöneliyor. Kriegenburg ise çizgisel canlandırma oyunculuğu kadar Şarlovari kesikli bir oyunculuğu, kukla devinimini de ekleniyor buna.

4.Kriegenburg’un Orwell kaynaklı “Büyük Birader” yorumu Kurdoğlu’da yoktu belki, ama üstü örtük biçimde Kantürk’te de izini sürebilmek olanaklıydı bunun. Ancak üç yorum da Mithat Cemal’in Üç İstanbul’undan yayılan o itici, iğrenç kokuşmanın burnumuzu doldurmasına benzer bir koku yaymayı başardı doğrusu. İnsanoğlunun insanlaşma serüvenini bir kez daha düşünme fırsatı yakaladık böylece.

Toplumsal çürümenin, insansal kokuşmanın iyiden iyiye bilincine vararak sonuçta nefes açan bir koşuyla başlamış oldu 17.Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali…

Evet, bir rüzgârla koşuyoruz oyundan oyuna… Omuz başımızda Şakir Eczacıbaşı’nın nefesi, hüzünlü bakışı, tepemizde ondan geriye kalan emek harmanı bir tutam bulut!