TAŞRADAN ÖĞRENİLEBİLECEKLER ÜZERİNE…
M.Sadık Aslankara
(Ocak 2011)
Bu kez yolum iki farklı kentten geçti: İzmir, Antalya… İki büyük kent, iki farklı turizm, ticaret merkezi… Her iki kent de bu alanlarda öncülükler sergilemekle birlikte, tiyatro söz konusu olduğunda yalnız bu kentler değil, öteki tiyatro kentleri Ankara, Eskişehir, İzmit, Ordu, Trabzon, Bursa, Adana, Denizli vb. kentler de İstanbul’un taşrası sayılıyor…
Ya İstanbul? Anadolu’yu taşralaştırırken öteki dünya kentleri karşısında kendisi de bir ölçüde taşralaşıyor olmasın sakın? Yansıttığı onca olumsuzluğa karşın bunu olumlayabilmek olası görünmüyor… Çünkü İstanbul, teksesliliğin nice etkisinde kalsa da bütün halinde tüm sanatlarda deneysellikle örülü yolculuğunu sürdürüyor da ondan…
İstanbul’u taşralılıktan çıkaran yanın, yaşamsal bağlamda olmasa da hiç değilse sanatlarda sergilediği çoksesli tutumdan, buna eklemlediği deneysel çabalarla öncü ya da ayrıksı atılımlardan kaynaklandığı ortada…
Taşra dediğimiz coğrafyayı taşra kılan yan işte tam bu noktada, teksesliliğin egemenliği altında bir kırılma noktası olarak kendini gösteren deneylere açılamama, öncülükte çekiniklik, ayrıksılıkta siniklik gibi kişilik sergileyememe özelliğinde arananabilir herhalde.
Sonuçta kentin ya da anakentin taşradan alacağı herhangi bir getiri olamayacağı açık o halde…
Ne ki bu olgunun sürgit konumunu koruyacağı düşünülmemeli! Nitekim geçmişten günümüze hiç mi hiç aykırı örneklerle karşılaşılmadığı öne sürülebilir mi? Sözgelimi yukarıda andığım Anadolu kentleri seyrek de olsa etkinlikleriyle, sundukları deneyler, öncülükler, aykırılıklar ya da sıra dışılıklar nedeniyle İstanbul’da yankı yaratmamış mıdır? Zaman zaman yukarıdaki kentler dışında atılan kimi adımların da aynı güçlü etkiye yol açtığı söylenebilir. Tek bir örnekle yetineyim: Tarsus Meydan Oyuncularının, Haşmet Zeybek’in Düğün ya da Davul’uyla anakentte yansıttığı başarı!
İzmir, Antalya, en başından bu yana yoğun emekle, çabayla tiyatro birikimimize katkıda bulunan kentler arasında elbette. Bu kez, iki kentte bu yöndeki tanıklığım beni fazlasıyla mutlu etti doğrusu…
Her Oyunda Tiyatro Sanatını Yeniden Yaratmak…
Dejan Dukovski’den Yıldıray Şahinler-Bilge Emin ikilisinin çevirdiği, Gürol Tonbul yönetiminde İzmir Devlet Tiyatrosu yapımı olarak sahnelenen Barut Fıçısı, yalnız yüreğimi serinletip ferahlatmakla kalmadı, yanısıra Tonbul’un bu yorumla yakaladığı deneyimin anakent tiyatrocuları tarafından da bilinmesi gerektiği kanısı uyandırdı bende.
Nedir bir deneyim olarak Barut Fıçısı’nın üzerinde durulmasını gerektiren?
Kısa bir giriş tümcesiyle yanıt vermek gerekirse; bunun Gürol Tonbul’un yorumundaki seçicilik, saydamlık, kıvraklık, öte yandan yönetmenliğindeki dengeye dayalı akılcılık gibi özelliklere dayalı olduğu söylenebilir pekâlâ. Şimdi gelin bunu açmaya girişelim…
- En başta söyleyivereyim, Dukovski’nin oyununu okumuş değilim. Ama izlediğim oyun, bende kök gövdeli, dramatik ana damara dayalı skeçlerden oluşmuş, bu yanıyla aslında teksesli oyun bütünlüğü taşıyormuş kanısı uyandırdı. Oysa Gürol, bu metni çoksesli bir orkestrasyona dayandırıyor enikonu. Üstelik bu yolla oyunun katmanları arasına çok daha iyi sızarak derinlikli yansıtım olanağı sağlıyor sahne üzerinden. Böyle bir yaklaşıma ulaşmasında psikiyatrici yazar Levent Mete’nin katkısı olmuş mudur bilemem elbette, ama Mete’nin adı “psikolog” biçiminde anılmış nedense.
- Öyle bir kabare yorumuyla bütünleştiriyor ki oyunu Tonbul, bunun da altını çizmek zorunlu bana göre. Çok doğru, sağlıklı bir bakışla, bir kara anlatı temelinde haleleyip bunu tüm öğeleriyle uyumlu biçimde, hoş bir sahne plastiği çerçevesinde taçlandırıyor. Ayrıca bunu gerçekleştirirken seyirciye uzak bir bakış kazandırıp hem oyunu yabancılaşmış halde izlemesini sağlıyor onun, hem de bu uzaklık nedeniyle kendisiyle hesaplaşabilmesinin de önünü açıyor. Bir güzel örneği de Tiyatro Pera’dan izlemiştim hâlâ sergilemeyi sürdükleri, Bertolt Brecht’in metinlerinden Yücel Erten-Nesrin Kazankaya çevirileriyle Nesrin Kazankaya’nın yönettiği Rahat Yaşamaya Övgü /Brecht Kabare’de.
- Yönetmen Gürol Tonbul, metnin ayağa kaldırılmasından tutun oyuncuların eşgüdüm içinde bunu sırtlanmasına, gerek çevre düzeni gerekse sahne gereçleri bağlamında bunları kabarenin telaşlı evecenliği, ironik heyecanı, düşünsel göndermeleriyle birbirini bütünleyişinde oyuna büyük bir erke kazandırıyor.
Burada iki oyuncunun, Turgay Tanülkü ile İbrahim Raci Öksüz’ün Barut Fıçısı’na kattığı büyülü yorumlar, ötekilerin buna eklemlediği, bir iki küçük aksamaya karşın sağduyulu oyunculuklar üzerinde ayrıca durulmalı. Şarkılar, bunları söyleyenler, pantomimci, kuklacı unutulmadan…
Bir iki satırla seyircinin oyuna eklemlenen erkesi üzerinde de durulabilir. Gerçekten seyirci Barut Fıçısı’nı ellerinin üzerine alıp taşımakla yetinmiyor, uçuruyor da. Gürol Tonbul’un sahneyle salon arasında oluşan bu elektriklenmeyi, bir yaratıcı uyum bağlamında reji çalışması sırasında öngördüğü de kesin…
Peki, İstanbul’dakiler İzmir taşrasındaki bu oyunu izleyebildiler mi dersiniz?
Tiyatroyla Eğlendirmek…
Uçtum İzmir’den, varıp kondum Antalya’ya… Gittiğim, gezdiğim yerlerin tiyatrolarına tanıklık yapmadan ayrılmıyorum oralardan. İki akşam kaldım Antalya’da, ikisinde de koştum tiyatroya…
İlk gece Turgut Özakman’ın yazıp Müfit Kayacan’ın yönettiği Antalya Büyükşehir Belediyesi Belediye Tiyatrosu yapımı Fehim Paşa Konağı’nı, ikinci gece Karel Çapek’in yazdığı. Armağan Sancar Ersin’in çevirip, Barış Eren’in yönettiği Antalya Devlet Tiyatrosu yapımı Ana’yı izledim.
Turgut Özakman’ın Fehim Paşa Konağı da, yine aynı yazarın Ah Şu Gençler’i, Bilgesu Erenus’un Misafir’i, Oktay Arayıcı’nın Rumuz Goncagül’ü, Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı, Haldun Taner’in Keşanlı Ali’si, Muzaffer İzgü’nün, Ferhan Şensoy’un kimi metinleri vb. Anadolu’daki tiyatroların sıklıkla dağarlarına aldığı oyunlardan. Yanılmıyorsam eğer, oyuncuların bunlara çalışırken, oyunları sergileyişleri sırasında yaşadığı mutluluktan kaynaklanıyor bu biraz da. Seviyor oyuncular böyle oyunları… Kendi içlerinde bunun yol açtığı bir elektriklenme de yaşıyor bu arada… Andığım oyunların sıklıkla sahnelenmelerine bakarak böylesi bir yargıya varıyorum elimde olmadan…
Ne var ki andığım oyunların nasıl sahnelendiği, her sahneleyişte bu oyunlara nelerin eklenebildiği, yeniden yaratılıp yaratılamadığı büyük önem taşıyor… Ne yalan söylemeli, izleyebildiğim örneklerin önemli bölümünde toplulukların sıklıkla seyirci önüne çıkardığı bu oyunları, sanki üst üste çakışan örneklermiş gibi sahnelediği görülüyor. Bunun müsamere kavrayışına varan boyutlarıyla da karşılaşılabiliyor hatta…
Antalya Belediye Tiyatrosu oyuncularının sergilediği Fehim Paşa Konağı’nı izlemek üzere salondaki yerimi alırken böylesine bir tedirginliği yaşamadığımı söyleyemem. Ne var ki ilk bir iki dakika içinde topluluğun oyunu çok farklı bir yorumla sunmak, bunu kendilerinin kılmak doğrultusunda azımsanmayacak çaba içine girdiklerini görerek yayıldıkça yayıldım koltuğa…
Bir kez oyun duyurmalığında herhangi belirtme olmamakla birlikte Fehim Paşa Konağı’nda dramaturgik derinleşmeye gidildiği, bir ek çalışma yapıldığı ilk bakışta görülebiliyor. Bu çerçevede oyun yalnız kısaltılmış değil, sıkılanmış da. Yapılanların özgün bir yorumla beslenip desteklendiğini ekleyeyim. Sözgelimi bir bütün gövde halinde oyunun geleneksel seyirlik oyun temeline oturtulup buna göstermeci bir biçemin eklenişi üzerinde durulabilir. O zaman dramatik dolantıyla aksta herhangi aksamaya yol açmaksızın oyunun açık biçimde güncel bağlar kurularak sergilenmesi bir rahatsızlığa yol açmıyor. Ayrıca özgün bir buluşla çevre düzeni aracılığıyla karşımıza getirilen “dolap” eğretilemesinin de hem toparlayıcılık bağlamında özgün, hem işlevsel yanlar taşıdığı söylenebilir.
Topluluk büyük tat alarak, coşkuyla sergiliyor oyunu. Belli ki çok içselleştirdikleri bir çalışma olmuş bu. Kadroya bakıldığında, önceki yıllardan tanıdığım bir aile fotoğrafıyla karşılaştığıma da sevindim ayrıca. Müfit Kayacan, Oğulcan Kayacan, Mehmet Özgür, Hasibe Özgür, Cenap Aydınoğlu, daha kimler kimler, yılların ötesinden taşıdıkları birlikteliklerini yine sürdürüyor sahnede.
Barut Fıçısı’ndan sonra oyunun bütünselliği ile seyirci işlevselliğine dayalı bir oyun da Fehim Paşa Konağı oldu böylece, arka arkaya izlediğim oyunlar arasında. Farklı temelde, apayrı kavrayışlardan beslenen bu iki oyunun da seyirciyle içlidışlı oluşunda kuşkusuz müziğin büyük rolü vardı… Ama bana kalırsa asıl etki, oyunların yorumlanışından kaynaklanıyor…
Taşrada Üretilebilecek Tiyatro Erkesi…
Oyun seçimi, dağar belirleme elbette önemli bir ölçüt, ancak bir tiyatronun kendi seyircisini belirleme yönünde attığı adımlar da bu anlamda çok önemli kuşkusuz.
Seyirciyle birlikte karşılıklı etkileme-belirleme-tepkime zinciri oluşturulmasında oyunun bu amaç yönünde yorumlanışı üzerinde nece durulsa yeridir.
Antalya’da ikinci oyun olarak izlediğim Karel Çapek’in yazdığı, Armağan Sancar Ersin çevirisiyle Barış Eren’in yönettiği Antalya Devlet Tiyatrosu yapımı Ana, bu doğrultuda ilginç bir örnek oluşturuyor diyebilirim…
Babayla birlikte beş oğuldan dördünü savaşlarda yitirmiş bir annenin, onca çabalamasına karşın son oğlunu, eline silah vererek kendisinin savaşa göndermek zorunda kalışını öykülüyor oyun. Bu anlamda bir kadın öyküsü denebilir mi buna? Belki yaşatma savaşını yitirmiş bir kadın anlatısından söz edilebilir görece, o kadar.
Ülkemizde cuma, cumartesi annelerinin, bu yönde barışçı anne olgusunun gündemden inmediği bir dönemde böyle bir oyun seçilse de, bunun ötesinde herhangi bir yorum getirilmeyince ister istemez düşünce savrulmaları yaşıyor seyirci. Nitekim Antalya’da seyircinin oyuna karşı mesafeli bir soğukluk yansıttığını gözlemlemedim diyemem. Üstelik oyunda gerek babanın, gerek oğulların ruhları geziniyor, tümü birden, küçük oğlu gönüllü olarak savaşa göndermesi için anneyi etkilemek üzere didiniyor…
Oysa örneğin geçen mevsim yine bir Devlet Tiyatrosu yapımı olarak Irwin Shaw’dan Coşkun Büktel’in çevirip Şakir Gürzumar’ın yönettiği İstanbul Devlet Tiyatrosunca sahnelenen Ölüleri Gömün adlı oyun anımsanabilir burada. O oyunda da savaşta ölen askerler gömülmeyi reddediyor, bu arada komutanlığın aracılığıyla gömülmeleri için onları yatıştırmak üzere birliğe gelen anneleri, sevgilileri, eşleri, kardeşlerince yapılan baskılara karşın yaşamdan yana ortak bir tutumu paylaşıyorlardı. Seyircinin bu yorumla bütünleştiğini düşünmüştüm o sıra oyunu izlerken.
Ama Antalya’nın Ana’sında sahneyle seyirci arasında bir boşluk oluştuğu kanısına vardım. Diyeceğim oyunun seçimi ayrı, bunun yorumu çok ayrı… Demek ki tiyatro topluluğu ile seyirci arasında birbirini etkileme, belirleme, bunların sonucunda ortaya çıkacak ortak tepkime birbirini bütünler, tamamlar nitelikte olmak zorunda… Yoksa sahne bir yerde, seyirci öte yerde kalabiliyor böylesi örneklerde gözler önüne serildiğince…
Peki, İstanbul’dakiler Antalya taşrasındaki bu oyunları izleyebildiler mi dersiniz?
Bütün bu örnekler bize, tiyatromuzun taşradan öğrenebileceği pek çok yanlar olduğunu da göstermiyor mu dersiniz aynı zamanda?