Ölümüne Rosenbergler…

ÖLÜMÜNE ROSENBERGLER…

M.Sadık Aslankara

Mevsim ortasında iki oyun eş zamanlı olarak seyirci önüne geldi. Biri Nikolai Erdman’ın (1902-1970) İntihar adlı oyunundan, “büyük eserleri yeniden hayal etmeyi kendine görev edinmiş Monsterists lakaplı genç kuşak İngiliz oyun yazarları grubunun kurucu üyesi” Moira Buffıni’nin uyarlayıp kaleme aldığı, Ceren Yalçın Türkçesiyle Mehmet Birkiye’nin yönettiği Kent Oyuncuları yapımı Ölümüne, öteki ise Alain Decaux’dan Zehra Ağralı Gençosman’ın çevirip Orhan Alkaya’nın yönettiği İBB Şehir Tiyatroları yapımı Rosenbergler Ölmemeli.

İlginç bir zamanlamayla önümüze gelen bu oyunların her birinin, birbirinde birbirini yeniden var eden kimi nitel özelliklerden ötürü aynı bir yazıda değerlendirilmeleri zorunlu görünüyor bana…

Ölümüne’de Sovyetlerde, yaşadığı yoksulluk, yoksunluk karşısındaki çözümsüzlüğüyle intihar etmeye girişen adamın kendileri için kazandırabileceği konum nedeniyle bunun hesabını tutan insanların şırıngasıyla bir tersine kahramanlık mitinin ortaya çıkışını, trajikomik sönüşünü izliyoruz. Böylece oyun, bir karşı kahraman aracılığıyla toplumdaki çözülüş olgusunu deşiyor diyebiliriz.

Rosenbergler Ölmemeli adlı oyunda ise bir başka toplum olan ABD’de, ülkesinin atom gizlerini Sovyetlere sattığı suçlamasıyla tutuklanıp dönemin ideolojik baskısıyla örtüşen yaklaşımla sözümona mahkemede yargılanan, ölüme mahkûm edilen Rosenberg çiftiyle yüz yüze geliyoruz. Bu kez ilkinin tersine kimi bireysel kahramanlıkların sönmeyebileceğini, olgusal kahramanlık mitinin her zaman olanaklı olduğunu görüyoruz.

O halde iki farklı oyundaki karakterler aracılığıyla herhangi toplumdaki kahramanlık olgusuna bakma fırsatı yakalıyoruz denebilir. Andığım ilk oyunda çeşitli toplum kesimlerinden kimilerinin, ölmek istemediği halde intiharı düşünen birinden yararlanmak adına onu kahraman yapmak için yarışması, ama ölmeyince bunun yol açtığı şaşkınlık sergileniyor. Öteki oyunda ise ölmek istememekle birlikte kendilerine biçilen gömleği giymeyi göze alarak bir “ahlaksallık” yaratılabileceğini düşünen iki insanla karşılaşıyoruz.

Bu kısa özetçeden kalkarak ilk oyunun yergici yanlarıyla, ötekinin belgesel oyunlara özü özellikle öne çıktığı kestirilebilir. Bundan ötürü de ilkinin aykırı gerçekçi yaklaşımla bir kara güldürü havasında, karakterlerle değil tiplerle geliştirildiği, ikincinin ise olgusal dizilişle açık biçimli halde, karakterlerin uzak yakın çevresinden tanıdıkları tanımadıkları gerçek kişilerle çevrelendiği, ama her ikisinin de dramatik bütünleyişe dayalı biçemle kurulup yapılandırıldığı öne sürülebilir.

Bu oyunların benzerleri aralıklarla da olsa gerek tiyatro sinemada gerekse öykü, roman gibi anlatı sanatlarında farklı değişkeler halinde çıkabiliyor karşımıza. Bu nedenle “özgünlük” mührüyle nitelenebilecek metinler değil ikisi de. Bürokraside buyurgan yöneticilerin egemenlik kurduğu bir sosyalist toplumda yoksulluk, işsizlik kıskacında çözümü intiharda gören birinin yol açtığı trajikomik olaylar dizisinin, karı koca Robenberglerin, devletin atom gizlerini çalıp Sovyetlere verdiği suçlamasıyla ölüme mahkûm edildikleri duruşmaların benzerleri çok seyredildi sahnede.

Andığım iki oyunu düşünsel içerikleri nedeniyle yan yana getirirken bunu yalnızca toplumların kahraman yaratmaya dönük tutumları üzerine ortaya çıkan algılar bağlamında alıyorum öne. Çünkü Ölümüne, toplumlarda kahraman yaratılamayacağı temelinde yapılandırılır, insanların kendi çıkarları doğrultusunda çevresini saran tüm değerlerle birlikte her şeyi sömürüp kullanmaya yatkın olduğu üzerine yapılandırılırken Rosenbergler Ölmemeli, üstelik olgusal yaşamdan hareketle insanların kahraman yaratmaya duyduğu gereksinimi ortaya koyuyor bir bakıma.

Ölümüne, olumlu oyun kişisine gereksinim duymuyor, kuşkusuz zorunlu da değil buna. Bu çerçevede farklı, ötesinde simgesel tiplemelerle kendine özgü biçemle yansıtıma giderken sosyalist bir toplumun koşullarıyla hiç mi hiç ilgilenmeyen, kimi sorunların çözümü için kılını kıpırdatmayan kişilerin kendi iç gücünü tüketişini alıyor odağına. Sosyalist topluma yönelik alaysamalara, komikliklere, hatta enikonu aşağılamaya sırtını dayıyor. Oysa Rosenbergler Ölmemeli’de yalın yaşamlarıyla örnekçeye dönüştüklerinin ayırdına varan bir karı kocanın, en azından yüceltildikleri konumdan ötürü toplumu düş kırıklığına uğratmamak, ileride çocuklarının kendileriyle ilgili duyabilecekleri karamsarlığı engellemek adına istemeden, ama çaresiz bir bilinçlilikle kahraman olmaya yönelişlerinin tanıklığını yapıyoruz.

Herhangi oyunun, ille de olumlu karakterler aracılığıyla ya da tiplemelerden yararlanarak bir iyimserlik yaratması gerekmez elbette. Ama kahramanlara duyduğu gereksinim insanoğlunun yazıyı buluşuyla değil yalnız, ondan yıllar öncesinde av gereçleri yapışıyla, duvarlara resim çizişiyle, kentler kuruşuyla da kendini göstermedi mi?

Öyleyse biri, çizgisel tiplerle kahraman yaratmanın boşunalığını göstermeye çalışırken öteki, buna karşın bize bunun olanaklılığını gösteriyorsa eğer, üzerinde uzun uzun durulması gerekmiyor mu bunun?

Böyle olunca bu iki oyunu arka arkaya izleyen seyirci, düşünce akışının gereği olarak ister istemez bunları bir araya getiriyor. Birbiri içinde bu oyunlara ulaşıp böylelikle yeni, farklı adımlarla, farklı kavrayışlara dayalı zihinsel işlemlere girişiyor kendiliğinden.

Ölümüne, her değeri, bu arada dirimsel bir varlık olarak insanı da karşı kahramanlığın bir aracına dönüştürürken Rosenbergler Ölmemeli, her değer bir yana, yeri, zamanı, sırası geldiğinde bir küçük insanın bile devleşip dirimsel varlık oluşunu bile bir yana bırakarak kahraman olmayı göze alabildiğini vurguluyor neredeyse…

Oyunların birbirine koşut gelişen, öze ilişkin yanları böylesi metinlerle karşımıza gelirken biçemsel açıdan sahnede bir gövde halinde önümüze çıkan plastik somutlanış üzerine de bir iki söz etmek gerekiyor…

Yukarıda anlatılanların ardından Ölümüne adlı oyunun, izleksel, biçemsel açıdan dramatik bir kabuk bütünlüğü taşımakla birlikte herhangi çizgi film bandının farklı bölümlerini sergiliyorcasına bir hava yansıtması olağanlaşıyor. Bu yüzden sosyalist toplumun uygulayımları acıtıcı hüzün, iğreti bir komiklikle izleniyor. Böylesi zeminde yükselen oyunun estetik bir gövde oluşturabilmesi için aykırı gerçekçi temelde kara anlatı, kara güldürü, kara ağlatı arasında gidip gelmesi kaçınılmaz zorunluluğa dönüşecektir.

Rosenbergler Ölmemeli de bunun gibi acıtıcı, koygun bir hüzünle izleniyor, ama bu kez kapitalist, ötesinde emperyalist toplum uygulamalarıyla karşı karşıya geliyoruz oyunda. Artık gülme yok, ama sinir bozucu o gerginlik sürüyor yine. Çünkü devlet, bir ideolojik kuşatmayla her cephede saldırıya geçmiştir âdeta. Buna karşı iki insan bir yandan kendi içine çekilip ancak kendilerinin üretebileceği enerjiye sığınırken dışa karşı da atak, suçlayıcı tutumla olabildiğince açılıyor.

Birinde aykırı gerçekçiliğin ağır bastığı neredeyse bir uyumsuz tiyatro örneğiyle yüz yüze geliyoruz. Ötekinde o en genel hayatın tümünü kuşatır nitelikte dramatik kucaklayışın baskın ağırlığı altında ama yalnızca karı koca Rosenberglerin değil tüm yaşamın yer aldığı bir dünyayı izlemeye koyuluyoruz…

Bu yüzden ilki çok katmanlı bir yaşama odaklandığı halde tekdüze bir yansıtımla geliyor sahneye, ikincisi ise dayatılan tekdüze, birörnek yaşam biçimine karşı, hayatın bütün anları için duyarlı bir bakış getiriyor. Özetle söylemek gerekirse, ilkinde bireyin içine düştüğü alçaltıcı tutum iç dünyamızda burkulmalara yol açarken ikincisinde her ne pahasına olursa olsun kendi değerlerine sıkı sıkıya tutunarak ayakta kalmaya çabalayan insanın varlığıyla yüreğimize su serpiliyor sanki.

Bütün bunlar Rosenbergler Ölmemeli’de farklı biçemlere dayalı olsa da doygun, gerekirlikleri yerli yerinde oyunculuklarla yansıtılıyor. Milimetrik ölçülerdeki dengeleyici sahne plastiğiyle; şiirden müziğe, resimden sinemaya uzanan bir tayftan yararlanılarak sergilenen görsel işitsel etmenlerle, herhangi çapaklanmaya meydan verilmeksizin gerçekleştirilen geniş açılımlı böyle bir oyun çıkarılabilmesini, kendi payıma bu mevsimin en başarılı tiyatro çıktısı olarak alıyorum. Başta Orhan Alkaya olmak üzere tüm ekibi kutluyorum.

Ancak her iki oyunun birlikte izlenmesinin tadına doyulmaz bir estetik şölene dönüşeceğini söylemeden geçmeyeyim.

Nitekim seyirciye de “ölümüne Rosenbergler!” demek düşüyor zaten bu iki oyunu izlediğinde…

(Mart 2012.)