SAYFA YAZISI: Tiyatro Sanatıyla Yeniden Doğmak…

M.Sadık Aslankara (27.03.17 yazısıdır.)

İşte yeni bir Dünya Tiyatro Günü, yeni bir 27 Mart…

Dünyanın yedi iklim dört köşesinde bildiriler okunacak sahnelerden.

Bu değil önemli olan. Aslolan, tiyatro sanatının bin yıllardır süregelen eylemi; sahnesi yani. Sahnede okunan değil, gösterilen şey; her ne ise bu… Ne olabilir, “oyun” elbette! Ya oyun dediğimiz ne? Oyuncu, evet düpedüz oyuncu! Çünkü oyun, ancak oyuncuyla görülebilir. Kalanıyla gideniyle bu sahnelerden geçerken seyirciyi bir çiçek dürbününden geçirip onu renk macunlarıyla tutkulandıran o tanrısal güzeller, musalar… Bize değen, dokunan yürekleri, beyinleriyle oyuncular…

Tiyatro deyince oyuncular gelsin ilkin usunuza…

Taa bin yıllardır sürdürdükleri bu yolculuğun pervasız kahramanları onlar…

Onlar, bizde birbirinin kılığına, sesine, sözüne, bedenine, yüzüne dönüşerek sanki tek bir varlıkmışçasına sürüyor da sürüyor…

Gelin ruhumuza ancak tiyatrocuların üfleyebileceği sevgiyle yaklaşan, adına “oyuncu” denen bu büyücüye yer açalım; gidenleri kalanları, gelenleri gelecek olanlarıyla, taşıdıkları tiyatro yalvacı kimlikleriyle mühürlenmiş zamana, bir damga da biz vuralım…

İki kitap var elimin altında. Günlerdir birinden ötekine geçerek bunları okuyorum…

İlki tiyatromuzun dişi efsanesi, sahnenin tanrıçası Gülriz Sururi… Onun elinden çıkmış bir “Ebedi Gençlik Rüzgârı”: Zefiros (Doğan Kitap, 2016).

Tam da Gülriz’e yakıştırılabilecek, dünyanın bütün oyuncularını da kapsayan bir söylem bu. Tıpkı Engin Cezzar ya da soluklarıyla hep içimizde kalan ötekiler gibi. Gerçekten de onlar sahnelerden işte bu duyguya hakkını verip de öyle dolduruyorlar yüreklerimizi, süregiden bir ebedi gençlik rüzgârıyla yani…

Böylece biz her seferinde yeniden doğuyoruz sahneden üzerimize yayılan o büyüyle, sonuçta yeniden asılıyoruz yaşamın küreklerine… Ne müthiş bir enerji bu sahnedeki oyuncudan seyirciye akan…

Öteki yine bir kadın, yine oyuncu: Dilek Türker…

Dilek Türker’in yaşamöyküsünden Ragıp Ertuğrul’un kaleme aldığı bir anı roman: Soytariçe (Tekin Yayınevi, 2016)…

Dilek’in debisi yüksek, çılgın bir nehrin akışına benzer coşkularla örülü yaşamından kesitlerle sahnedeki şavkımalarını okuyoruz romanda. Oyuncuyla sahnenin tek bedene dönüşerek çakışması bir bakıma bu.

Kuşku yok ki bu coşku bizim de kanımızı kaynatıyor. Gülriz’le sahneden taşan ebedi gençlik rüzgârı, Dilek’in coşkusuyla bizi kamçılayıp düşlere, büyülere uçururken sanatın gergefine yatmış o sonsuz aydınlığa uçuruyor aynı zamanda hepimizi… Oyunla, bunu bedeninde simgeleyen oyuncuyla yeniden doğuyoruz böylece. Hayata tutunmuyoruz yalnız, yanı sıra bütünleşip itekleyerek ileriye taşıyoruz yaşamı.

Onlar bize bu kez sahneden değil, kalem tutan, kaleme dökülen beyinleri, yürekleriyle dokunuyorlar. Ama hayalimizi, düşlerimizi sahneden üzerimize yağıp yıldız yıldız balkıyan bedenleriyle süslüyorlar elbette…

Gelin şimdi biz de onlara kalemlerinden dökülen tümceleri aracılığıyla dokunalım bu kez… Sonra da gözlerimizi yumarak onları sahnede hayal edip tadını çıkaralım bunun. Yeniden düşlere dalarak okuduklarımızdan bir sahne yaratıp iki oyuncuyu bu kez de andığım kitaplardaki satırlardan kalkarak sahneye taşıyalım…

Evet, işte okunabilecek iki güzel kitap Dünya Tiyatro Günü’nde…