SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; Hikâyeni Anlat, Öykünü Yaz!

Hikâyeni Anlat, Öykünü Yaz!
M.Sadık Aslankara
(02.11.2017 YAZISIDIR.)

İnsanoğlu, konuşmaya başlamadan daha anlatmaya koyuldu aslında, bir masalın içinden geçiyor izlenimi bırakan, doğar doğmaz yürümeye koyulmuş haliyle şu uygarlık tarihinde. Bu nedenle insanın insanla ilişkisinde anlatmaya dayalı eylem, tutum bu yansıtımın kendisi başat etkinlik olarak insanlık tarihinin insanla insanı ilişkilendiren boyutuyla hep ilk sıralarda yer aldı.

Bu anlamda bütün toplumlarda, kültürlerde gözlenen doğum-düğün-ölüm ritüellerinin de hep “anlatım”dan pay aldığı söylenebilir pekâlâ. O halde olgunun buna dayalı olduğu gözden uzak tutulmalı. Şiirin ortaya çıkışından deyişlere, atasözlerine, alet edevatıyla tarım etkinliklerinden çoban eylemlerine, kurban törenlerine, tapınımlara, ünlemlerden emir kiplerine,  insanoğlu söz konusu tarih içinde her aşamada yaşamını bir anlatımla anlamlandırdı, anlatım çabası içinde debelendi durdu.

Kaldı ki bu anlatılanların binlerce yıldan bu yana kil tabletten papirüse, parşömenden deriye, tabakaya, kitaba daha nelere nelere yazıya geçirildiği de biliniyor ayrıca. Mağara resimlerine de yine aynı şekilde bakmak mümkün elbette. İlle yazı bağlantısı kurmak gibi bir yaklaşım da gerekmiyor bunun için.

Nitekim Anadolu’da yazılı anlatıma gerek kalmaksızın, sözel de olmayan ama kendine özgü bir simge örüntüsüyle harfsiz bir anlatım olgusu çerçevesinde “okuntu” geleneğinin de köklü anlatım biçimi halinde önemli yer tuttuğu bilinen bir yaşantı süreği.

O halde özet olarak herkes, her insan, kendisini, içine oturtacağı bir hikâyeyle tasarlayıp biçimlendiriyor, bunu kendi varlığının somut ifadesi olarak düşünüyor, hatta bu hikâye, giderek kendisini simgeleyen bir anlatım biçimi olup çıkıyor. Sözgelimi Anadolu’da süreğen biçimde hep aynı hikâyeyi dillendirip anlatarak kendisini somutlayan, dinleyen, ötekiler gına getirse de bunu yinelemeyle bu şekilde yansıtan az değil.

Hiç kuşku yok ki bunlar o zamanın sözlü-yazılı birer sanatsal örneğiydi de. Ama nasıl bilimler alıp başını gittiyse sanatlar da farklı yaklaşımlar, kavrayışlar, biçemler eşliğinde yepyeni ufuklara doğru açılıyor. Bu çerçevede artık anlatılan hikâye yazılmaya kalkıldığında bile bu anlatılanlar, bugüne dek bildiğimiz, okuduğumuz, âdeta alışkanlık edindiğimiz hikâye biçimlerini aşarak yepyeni hikâye paradigmaları çıkarıyor ortaya. Ötesinde sarsıp silkeleyebiliyor bizleri…

Eğer bir yazar anlatacağı hikâyenin öyküsünü yazmayı beceremiyorsa demek ki bu kez de hiç değilse anlattığı hikâyeyi yazmayı bilecek, bunun için de soyutlayımda, dönüştürümde tam anlamıyla okuru sarsıcı bir etki yaratmayı başaracak. Bunun için kurduğu evreni, yarattığı karakterleriyle çok farklı bir atmosfere götürebilecek bizi…

Gerçi bir hikâye anlatıcısı, bunu, yepyeni biçemlerle, tazeliğini zaman aşırı kılabilecek öngörüleriyle öyküleştirip yazabilmeyi de başarmalı mutlaka. Bir hikâye anlatıcısına bu yakışır…

Öyküsünü kaleme alamayan iyi bir hikâye anlatıcısı, çekici bir fıkra anlatısı olacakmış gibi geliyor bana nedense.

Evet, dinlerler sizi, gülerler de…

Ya sonrası?

Siz, siz olun öyküden vaz geçmeyin!