TİYATRO: “Pencere”den Ayrıntıya Bakmak…

01 Aralık 2017 tarihinde tiyatrodergisi.com.tr için yazılmıştır.


Önceki mevsimlerden gösterimi süren oyunlar oluyor, izleyince de, yazayım, diyorum. Sanatın böyle bir yanı var işte; günceli aşan, popülarite dışına taşan alımlamalık yanı olması ne güzel sanatın. Zaten herhangi oyunu, tiyatro sanatının örneği yapan da bu değil mi?

Bu mevsim izleyebildiklerim arasında David Hare’den Haluk Bilginer’in çevirip Birkan Uz’un yönettiği Oyun Atölyesi yapımı Pencere de var. Ayrıntıların gösterilmesi yerine, açıkça dillendirilip söylenmeden algı yoluyla içselleştirilmesini önümüze getiren bir çalışma. Sözcük yarıda kesilerek ya da apaçık susularak, anıştırılıp göndergeler eşliğinde sezinletilerek, bir dudak kıvrımında asılı kalan acılı gülümseyişle, sırt dönüşle ya da yutkunuşla, tutkulu sarılışla karşıdakine algılatılan ayrıntılardan söz ediyorum yani…

Diyeceğim bin yolu var ayrıntıyı vurgulamanın.

Yaşamla İç İçe Ayrıntıların Dolambacında…

Haluk Bilginer, ilişkilerden kalkarak yaşama dokunan oyunlarında bizi bize gösterirken, kendimizi kilit altına aldığımız yanlarımıza da neşter vuruyor diyebiliriz. Nitekim yakından tanıdığımızı düşündüğümüz kadın-erkek, insan soyunun âdeta “muamma”sı olarak karşımıza çıkıyor böylesi sanat yapıtlarında. Her insan bir orman çünkü.

İster sıradan ya da sürü insanı isterse bireyleşmiş olsun dişil ya da eril iki kişi, kuşak farkı, değer karmaşası, kültürel farklılık, ekonomik eşitsizlik vb. pek çok alanda birbiriyle çatışır hale gelebiliyor kolayca. O zaman daha önce yaşananlar, sözgelimi sevgi, aşk, güven, özveri vb. duygular, cinsel tutkular geçmişte ne ölçüde birikip dikine yükselen yapı sergilemiş olursa olsun bir anda yıkılıp yerle bir olabiliyor.

Haluk Bilginer, bu tür oyunlarda yaşamın altüst oluş hallerine tiyatronun çatışmayı, çelişkiyi temele alan yanıyla denge getirmeye girişiyor denebilir. Bizlerse milyonuncu kez de olsa, döngüsünde yaşadığımız hayatla yüzleşmeye koşuyoruz her seferinde tiyatroya. Bir acıya tiryakilik mi diyelim, yoksa umut arayışı, “katharsis” yoluyla arınma mı diyelim bunun adına?

Bize o zaman oyundaki düğümleri çözmek düşüyor, bunun yanında farkına vardığımız kendi düğümlerimizin hem kökenine inip çözüm üretiyoruz, hem de olup bitenleri bütünsel açıdan görüp değerlendirebiliyoruz bir güzel.

Oyundaki Ayrıntıdan Oyuncunun Yansıttığı Ayrıntıya…

Yukarıda sözü edilen ayrıntıların bir oyun metninde yer alışıyla bunun sahne plastiği olarak yansıtılışı farklılık gösterecektir kuşkusuz. Metindeki ayrıntı yazarın işaretidir, ancak sahne üzerine taşınırken bunun nasıl işlenip yerleştirileceği yönetmenden oyuncuya, koreograftan tasarımcıya uzanan katkıyla pek çok boyutta yeniden şekillenip ortak amaç doğrultusunda şaşırtıcı sonuçlara ulaşılabilir.

Burada üzerinde durulması gereken yan, ayrıntıya yüklenen işlevsellik. İşte Pencere’nin oyuncuları bunu gösterme ustalığını yansıtıyor. Bu nedenle biz, bize anlatılanın ötesine geçerek, anlatılmak istenen hikâyeyi kendimizce yeni baştan yorumlayıp üretiyoruz. Bunun için ilk elde hikâyenin yayıldığı süreci tanıyıp, uzamı kuruyor, ardı sıra buna katılan karakterleri yapılandırıp yerlerine oturtuyoruz, sahne üzerinde görünmese de kendileri.

Oyun metninden başlayan ayrıntıların altını çizme eylemi, yönetmenin katkısıyla ayağa kaldırılıp belirginleştirilirken oyuncuların ona ruh vermesiyle bir anda ete kemiğe bürünüp canlanıyor, işlevsel yanlarıyla da aramıza katılıp ortak yaşamımıza giriyor.

Esra Bezen Bilgin, Haluk Bilginer, genç oyuncu Kürşat Demir, bu bağlamda ayrıntı yansıtma hünerini eksiksiz yerine getirerek seyircinin oyunu kendi iç dünyasında yeniden yapılandırabilmesinin önünü açıyor.

Böylelikle biz, üzerine yalnız lokal ışık düşürülmüş kimi gerçeklikleri, olguları görmekle birlikte yazarın, yönetmenin, oyuncuların değmiş olduğu, bizim sezinleyebildiğimiz kimi ayrıntıları kimi ipuçlarından kalkarak göremeyeceğimiz bir büyük artalanı da ışıklandırıp hikâyeyi tamamlıyoruz.

Bu, aynı zamanda oyunun sahneden bize geçtiği, seyircinin, anlatılan hikâyenin tarafı haline geldiğini orta koyuyor elbette. Sonuçta seyirci de oyunun öğesi haline dönüşüyor doğal olarak.

Oyun Atölyesi’yle Yaşama Yeniden bakmak, Katılmak…

Oyun Atölyesi’nin bu mevsim sergilediği dört oyuna ayrı ayrı bakma fırsatı yakalamış oldum. Pencere, bunların sonuncusu; bir pencereden ilişkilere bakıp bunu gözden geçirmek olsun bu. Gelin şimdi bu pencereyi bir de topluluğun kendisine bakmak için kullanalım.

Öyle anlaşılıyor ki Oyun Atölyesi, bir bakıma herkesin bir kör pencereden bakmaya çalışıp da pek az şey gördüğü ya da toz toprak veya örümcek ağlarıyla örtük olduğundan camın gerisinde istediği görüşü elde edemediği için çözüm üretemeyen insanoğlunun çaresizliği karşısında ona bir dizi gözlük sunuyor.

Bu bize, topluluğun, zamanla oluşturduğu kendi seyircisiyle birlikte sosyalpsikoloji temelli bir tiyatro üniversitesi kurmaya giriştiği gibisinden izlenim de vermiyor değil. Gerçekten çok farklı türlerde, biçemlerle sahneye çıkarılan oyunların sonuçta bu türde gerçekliği somutlayan bir sahne estetiği temelinde âdeta platforma dönüştüğü, en azından bunu yansılayan kavrayışı öne çıkardığı gibisinden bir yargıyla da buluşturuyor bizi.

Bir özel tiyatronun, sanatı bir yana bırakmaksızın varlığını koruyup sürdürmesi, ötesinde sanatlı tutumdan, duruştan ödün vermeksizin gerek kendisi gerekse seyircisi için ufuk açıcı hedef belirlemeye girişmesi, kim ne derse desin insanda saygı uyandırıyor.

Oyun Atölyesi’nin hangi oyunu olursa olsun, elinizin boş dönmeyeceğini bilirsiniz. Beyniniz, yüreğinizdeki dolulukla birlikte. Pencere de böyle bir oyun.