DENEME: M.S.Aslankara; Yazınımızın Oktay Akbal’a Borcu

Yazınımızın Oktay Akbal’a Borcu
M.Sadık Aslankara
(19.4.2018 YAZISIDIR.)

Dil beğenimin gelişmesini Oktay Akbal’a borçluyum. Ama bundan önce Türkçeyi kullanma yetisini, kullanım genişliğiyle olanaklarını tanımayı, öğrenip bilmeyi, ardı sıra kullanma becerisini borçluyum ona.

Üstelik buna benzer söylemlerin ilk kez benden gelmediğini de biliyorum. Çünkü bizlerden çok önce 1950 kuşağı yazarları arasında Oktay Akbal’a karşı bakışın önemli bir yer tuttuğunu, kuşak üyelerinin gerek yazılarında gerekse söyleşilerinde Oktay Akbal’ın bu işlevini aralıklarla dile getirdiklerinin tanıklığını yapıyorum.

Kendi yazı dilimi, onun yazı diline vurup karşılaştırırken çoktan öyküler yazmaya koyulmuş biriydim oysa ben. Kullandığım sözcükleri benim kurup çatmamla, bunları Oktay Akbal’ın kullanışı arasında öyle büyük fark vardı ki, bunu öğreniyordum ilkin ondan. Sözcükler yerleştirilme biçimine göre tümceyi nerelere savuruyordu, sonuçta okur, ne gibi alımlama çoğulluğuyla karşılaşıyordu; şaşarak izliyordum bu dil oyunlarını.

Bunu öğrenmek az iş değildi yaşamımda.

Kişinin doğmasıyla yürümesinin, konuşmasının, yazmasının farklı süreçleri dile getirmesi gibi şiir, öykü yazmaya koyulması, alımlayıcı okur olması, kullanmalık iletişim diliyle sözlü dilini, bunların dışında yazın dilini geliştirmesi gibi süreçler de çok farklı düzlemlere karşılık geliyor.

Demek ki bir yazarın gelişim aşamalarında ilkin anlatımcılık var; hayal kurmak, yalan söylemek, dedikodu yapmak, rüya anlatmak vb. Bunun içini yapılandırmaya yönelik taşları ancak sonradan yontup işleyebiliyor yazar dediğimiz insan.

İşte Oktay Akbal, 1950 kuşağının, sonrasında gelen tüm yazarların dil ebeliğini yapmış çok önemli bir yazar. Bu anlamda ona borçlu olan ben değilim yalnız. Yanısıra tüm yazıncılarımızın dillerini kurmada katkı aldığı bir yazın yetkesi o.

Ne var ki ne yazıncılarımız birey olarak ne de yazınımızda kurumsal bağlamda ona borcumuz dile getiriliyor. Örneğin dilimizin yenileştirilmesinde Ömer Seyfettin’e, Ziya Gökalp’e, Sait Faik’e duyduğumuz gönül borcunu dile getirirken cumhuriyetle yaşıt Oktay Akbalımıza bu yöndeki borcumuzun hiç mi hiç belirtilmiyor oluşu, sizi bilmem, ama beni rahatsız ediyor. Ya da hiç kimse bu borcun ayırdında değil demek ki henüz.

Oysa, yazınımızın, yeni dilin kurulmasındaki emeklerinden ötürü ne çok borcu var ona…

Yalnız dilimizin yenileştirilmesinde de değil, anlatı dilimizin laikleştirilmesinde, anlamlandırma temelinde öykücüğümüzün kurulmasında, romanımızın sivilleştirilmesinde, büyük işlevler yerine getiren bir ad Oktay Akbal.

Biraz da öykücülüğümüze, romancılığımıza getirdikleri üzerinde durayım onun. Fahir Onger’in (1920-1971) Oktay Akbal öykücülüğü üzerine getirdiği saptama, bu yönde hepimiz için bir uyarı niteliği taşıyor:

“Oktay Akbal’ın… öykücülüğüyle edebiyatımız sadece birbirinden güzel …öykü(ler) kazanmış olmadı, bu türün kimi ustaları öldükten, kimi ustaları da başka türlere geçtikten sonra, kurumaya yüz tutan öykücülüğümüz yeni kuşaklar gelişinceye kadar, onun ısrarlı çabasıyla ayakta kalmış oldu.” (Bak.: Oktay Akbal; İnsan Bir Ormandır, e, 1975, 156)

Gerçekten de Oktay Akbal’ı sevmek, öyküyü sevmek demek aynı zamanda! Öyküye yönelik tutkunun, öyküye gönül düşürmenin en öndeki adı o günümüzde. Öyle ya, öykücülüğümüzün yedi harikasından biri olarak almak olası onu. Dilimizden, öykücülüğümüzden ağzımızda kalan sütdişi!

Ancak onun öykülerine girmek, kolay değil yine de. Çok ince duyarlıklarla örülü çünkü bu öykü evreni. Minicik ayrıntılar, her an değiştirebiliyor öyküyü. Bu öykülere girebilmek için Akbal’ın anlatıcısını ya da ben-öykücüsünü iyi tanımak gerekiyor bu nedenle.

Kim Akbal’ın anlatıcısı, ben-öykücü?

Bir kent yalnızı o. Bu yanıyla, kent karşısındaki yalnızlıkları, kent yaşamı içindeki suskunlukları, satır arası duyarlıkları yansıtıyor bize: “Çoğul bir yalnızlık. Tekil bir kalabalık.” (Tarzan Öldü, 65)

Anlatıcı, rastladığı her kişiye, birer öykü kahramanı olarak bakar neredeyse. O daldıkça, biz de öykülerin anlatıcısını tanımaya koyuluruz ucundan kıyısından. Öyle ki anlatıcının, öykü kişilerini izlediği, onların peşine takıldığı olur kimileyin.

Zaten Akbal’ın öykü anlatıcıları dalıp giden, dalıp gittikçe kalabalıklarda yabancılaşan, yalnızlaştıkça onların dünyalarına girip anlamaya çalışan ama hep “ben” olma kavgası veren bir ben-öykücü, ben-anlatıcı…

Anlamca da öyküler, kalabalıkla bireyi, bireyle kalabalığı birleştirmeye yönelmiş bir duruş içinde görünüyor. Bunun da altını çizmek gerekiyor. Nitekim yazar, kendi temel duruşunu, bir öykü başlığı olarak da alabiliyor: “Kalabalıktaki Yalnızlık” (Karşı Kıyılar).

Çok derinlerde, durma kanayan bir hüzün yansıtsa da Oktay Akbal öyküleri, bunu tuhaf sevinçle, şaşırtıcı bir mutlulukla birleştiriyor her kezinde. Kötülüklerden, olumsuzluklardan kalksa da iyimser bir bakışa götürebiliyor okuru, üstelik sürekli. Çünkü iyimserliğini hiç mi hiç yitirmiyor Oktay Akbal.

Akbal’ın öyküleri için, biçimce “şiiril metin” nitelemesi getirilebilir herhalde. Onun öykülerinden şiir tadı almamak olanaksız çünkü. Dahası, bunun müzikle birleştiği de gözleniyor sıklıkla.

Aksamasız ses düzeni kuruyor tümcelerinde Akbal. Bu açıdan olağanüstü başarılı. Sözcükleri yerleştirirken tümcelerine, bunların ses değerlerini çok iyi tartıyor. Böylece yalnız anlamca değil, seslemce de müzikle örtüştürüyor tümcelerini.

Oktay Akbal’ın bütün anlatıcılarının ortak bir karakterden pay alarak öykü kişilerine ya da roman kahramanlarına dönüştüğü söylenebilir elbette. Onların genel olarak ortak kişilik yönleri de çıkarılabilir. Yalnızca romanlarından örneklenebilecek birkaç tümce, bu ortak anlatıcının kimliğini ele vermeye yetecektir:

“O bir yabancıydı. O insanlarla ne konuşabilirdi?” (Garipler Sokağı, 27); “Vitrinde kendini görüverdi birden. Başka bir insan vardı karşısında. Yabancı biri.” (Suçumuz İnsan Olmak, 42); “Kendimle karşılaşıyorum her adımda. Hem tanıdık, hem yabancı bir varlık bu.” (İnsan Bir Ormandır, 43); “Ben, hep içinde olduğum anın dışındayım nedense…” “Bir evren kurmuşum, orada yalnız başıma yaşıyorum.” (Düş Ekmeği, 17,78); “Kendi karanlığım…” “İçim boşalmış gibi.” (Batık Bir Gemi, 34,43)

Kent kopuğu yalnız genç bireyleriyle, onların karşılık görüp görmedikleri o kadar da önem taşımayan aşklarıyla, kent dokusunu oluşturan farklı katmandan insanlarıyla, roman evrenine yayılmış tabuların ortadan kalktığı, dogmaların kırıldığı kentleriyle Oktay Akbal, modern romanımızı yapılandıran az sayıdaki yazarımızdan biri.

Batı biçemli romanın bizdeki en temel örneklerinden, öncülerinden sayılabilir bu nedenle Akbal. Birey yalnızlığı, yabancılığı, mutsuzluğu, derinlerdeki kaygı, ama yine de iyimser yanıyla önemli konumda bir romancımız o.

Bunun ayırdına ne zaman varacağız biz?

Bütün bunların yanında “cumhuriyeti sevmek” anlamına da geliyor aynı zamanda onun adı!

Gelin sözü Oktay Akbal’a bırakalım burada:

“Kardeşimdir ‘Cumhuriyet’. Küçük kardeşim… Altı ay benden genç… Yaşam boyu her 29 Ekim günü yaşadığım bir duygu. Kimi zaman sevinç, çoğu zaman da bir düş kırıklığı. Nerden geldik, nereye vardık üzüntüsü!…”

“Gözler önünde cumhuriyet ve Atatürk düşmanlığı yaygınlaştırılıyor!.. Bu ters gidişi seyretmekle mi yetireceğiz? Bu gericilik çanlarını duymaya sürgit katlanacak mıyız?”

Evet, dilimizin, öykümüzün, romanımızın değil yalnız, cumhuriyetimizin de toprağı, suyu, soluğu Oktay Akbal.

Topraksız, susuz, soluksuz kalmayın! Bu borcunuz hayata karşı!