SAYFA YAZISI: M.S.Aslankara; “Geliştirilmiş Yazarlık Atölyesi”; Kim İçin, Ne İçin…

“Geliştirilmiş Yazarlık Atölyesi”;
Kim İçin, Ne İçin…
M.Sadık Aslankara
(27.9.2018 YAZISIDIR.)

Ben ne zaman yazar oldum Allah aşkına, sonra da yazarlık atölyesi için kolları sıvamaya kalktım?

Bunu kararlayan bir ölçüt varsa bunu kim biliyor?

İşte bu nedenle ortalıkta pek çok atölye duyurusu dolaşırken, uçurduğum “Geliştirilmiş Yazarlık Atölyesi” çağrısına yanıt almak, itiraf edeyim, beni de şaşırttı.

O halde gelin “yazarlık” dediğimiz şu “hikâye”yi yeniden kurup bir kez daha deneyelim yanıt aramayı…

Öyle ya atölye çalışmasından çıktık ama teri üzerimizde daha; “Geliştirilmiş Yazarlık Atölyesi”.

1-15 Eylül arasında Eskişehir’de gerçekleştirdiğimiz atölye yolculuğu izlenimlerini yan sayfalarda yazar ya da yazar adaylarının kendi kalemlerinden okuyacaksınız nasılsa.

Ben, herhangi yazarın, böyle bir iddia yeterliğini kendinde görme olgusundan kalkarak birkaç satır düşünce gevişi getireyim istiyorum şuracıkta, o kadar.

Soruya geçeyim: Sahi, ben ne zaman yazar oldum?

İmzamın yer aldığı ilk yazımla öykümün üzerinden yarım yüzyıl geçti.

O günlerdeki yazı, öykü 1965’te yayımlandığında, yazar kabul edilip sayılacağımı hayal etmemiş olamam. Aksi düşünülebilir mi bunun? Ya da yazarlıktan adım attığımı sanmıştım belki. Belki buna değgin herhangi düşünce üretmiş değildim o sıra. Ne bileyim, bir mutluluk duygusu da olabilir yaşadığım, ergen yıllarımda, o kadar.

Oysa şimdinin zihin penceresinden baktığımda, gülümsüyorum bunlara yalnızca. Çünkü her yaş, kendisiyle uyumlu bakış, yaklaşım oluşturuyor, bu doğrultuda yapılandırıyor kişiyi. O yıllarda henüz kristalize akla dayalı dünya görüşü de edinmiş olamazdım zaten.

Ama yaşadıklarımı, bir yazarın, yazarlık serencamı bağlamında almaktan kaçınıyor, kaçıyor noktasında oyalanmadığımı da söyleyeyim peşin peşin.

Elbette “yazar” olmuştum, varsın bugünkü adam, o yıllarını çocuk-ergen dönemi saysın nice sonra, ne gam!

İmzalı ilk öyküsüyle yazısını görür görmez başında kavak yelleri, esrik uğultular eşliğinde kendisini sokaklara vuran, yazarlık duygusunu doludizgin tepe tepe yaşayan ben değil miydim?

Öyleyse o günlerimi de almalıydım koltuğumun altına. Öyle yaptım, çocukluğumla birlikte girdim atölyeden içeri.

Yansıma dergisinin sürekli yazarları arasında göründüğüm 1973-75 yıllarında yaşadığım delikanlı heyecanımı da almalıydım yanıma. E, aldım tabii, ya ne yapacaktım?

TRT’de 1976-77 arasında sürdürdüğüm drama yazarlığının sağladığı deneyimi, ardı sıra 1983’te belgesel yazarlığıyla başlayıp adım adım ilerleyen, gelişen belgeselciliğimi, bunun kazandırdığı “yoksul belgeselci”liğin getirdiği özgüveni de eksik edemezdim koluna girdiklerim arasında.

1986’da oyun yazarlığında verilen ödülü, tiyatro sahnelerinde deneylenen oyun yazarlığımı, sahneye koyuculuğumu, tiyatroda yazarlığımla birlikte yine 1965’te başlayan eylemli deneyimlerimin birkaç yıl sonra uç veren profesyonel uzantılarını unutabilir miydim hiç? Tabii bunlar da girdi yanım sıra atölyeye.

1989-93 arasında yine TRT’de başlayıp dört yıl boyunca süren sunuculuğumu, bunun sağladığı yaygın tanınırlığı da almam gerekirdi, değil mi? Bunları da taktım koluma.

1993’te başlayan kitap yayınlarımı almasam olmazdı, eksiksiz dizdim raftan çıkarıp, ardı ardına koydum yanıma.

Sonra döndüm arkama, ben kendimi tek sanmıştım, meğer ne çokmuşum çocuk Sadık’ın koluna girenlerle, o zaman fark ettim. Hadi, dedim, yekinip birlikte adım attık atölyeden içeri. Kendi kendime söylendim, galiba ben yazarım.

 

Göz göze geldik içeridekilerle.

Ben Sadık, yazarım.

Ses verdiler, sesleriyle atölyenin çatısını kurdular.

Ben İlkay, yazarım.

Ben Zerrin, yazarım.

Ben Dilek, yazarım.

Ben Figen, yazarım.

Ben Didem, yazarım.

Ben Esra, yazarım.

Ben Ayşegül, yazarım.

Fısıltılarımız yükseldi yükseldi, derken hep birlikte çığlık olup gök kubbeye yayıldı.