ÖYKÜ: Mehmet Fırat Pürselim; CİCOZ

Düzenbozan Nam-ı Diğer Tiyatro
Mehmet Fırat Pürselim

1968 yılında Ankara’da Halk Oyuncuları Sahnesinde tiyatroya adım atan M. Sadık Aslankara, eylemli tiyatroyu bıraktıktan sonra edebiyat üzerinden kendi sahnesini kurmaya başlamıştır. 1993 yılında yayımlanan Bin Yüz Bin Giz tiyatroya özgülediği kitapların ilkidir. Onu 2008’de Cicoz takip etmiştir, serinin son halkası 2017’de okurla buluşan Şano olmuştur. Her ne kadar Şano roman, Cicoz ise öykü olarak okurla buluşmuşsa da her ikisini de novella olarak değerlendirmek zannımca daha doğru olacaktır.

Tiyatro üçlemesinin ortanca kardeşi olan Cicoz, metinlerarası hatta disiplinlerarası okumalara açık bir kitap. Güner Sümer’in Bozuk Düzen oyunuyla birlikte okunduğunda anlamı katlanıyor. İlk okumada kendini açık etmeyen; özünü ve ruhunu ancak birkaç defa üzerinden geçildikten sonra okuruna teslim eden, kapalı, zor bir metin. Adeta soğan gibi soyuldukça yeni katmanlar çıkan, birbiriyle bağlantılı girift bir kitap. Yemeklere tat verse de özünde göz yaşartan bir yanı olan soğana benzetebiliriz; alkışlar tatlı olsa da özünde yazık yaşanmış hayatları anlatan Cicoz’u.

Kişiler gerçek ad ve kişiliklerinden bağımsızlaşarak Bozuk Düzen oyunundaki rolleriyle hayatlarına devam ediyorlar. Yani bir yerde rol üzerlerine yapışıp gerçek benlik ve karakterlerini yutup üst kimlik halini alıyor. Durum ya da olaydan ziyade kahramanların hikâyesi anlatılıyor. Kahramanlar üzerinden ilerleyen ve birbiriyle bağlantılı öykülerden oluşuyor. Ruhsal çözümlemelerin, bilinç akışının, iç konuşmaların ağırlıklı olduğu postmodern olarak tabir edebileceğimiz bir metin.

Odağında tiyatro ve hatta Sarayköy kasabasında (şehrinde) Bozuk Düzen oynayan bir kumpanya yer alıyor. Başat mevzular, tiyatro aşkı ve bunun kahramanların yaşamına olan izdüşümleri: Aşkları, ayrılıkları, işsizlikleri, berduşlukları, ayyaşlıkları, hastalıklarıyla kumpanyadakilerin toplumla ama en çok da aileyle çatışmaları anlatılıyor.

Tıpkı kitabın adı gibi bölüm adları da miskete verilen adlardan oluşuyor; “Mazı, Gülle, Misket, Bilye, Cicoz, Ceviz.” Bunun sebebinin yazarın oyunbazlığına ve özünde bir oyun olan tiyatroya göndermesi olduğunu düşünüyorum. Her bölümün açılışında de bu sevimli oyuncağa yazılmış ufak bir manzume de var. Öyküler isimleri günün/güneşin hal ve vakitlerinden almış; “Sabah, Şafak, Kuşluk, Günbatımı, Güneş, Gece, Yarıgece, Öğle, Öğleüzeri, Akşam.” “Önsöz” ve “Sonsöz” ise ayın hallerine bir gönderme gibi “İlkay” ve “Sonay” şeklinde.

Sarayköy’e atanan Ziraat Bankası Müdürü’nün oğlu konservatuvara hazırlanan genç Hakkı’yı yazarla özdeşleştirebiliriz ve aslında kitabı onun tarafından temize çekilen hayatların hikâyesi olarak okuyabiliriz. Hakkı’nın panoya asılı ‘Oyuncu Aranıyor.’ yazısı üzerine Sarayköy Nikâh Salonu’na girmesiyle macera başlıyor. Hiçbiri okullu olmayan, “Gorki’nin emekçilerine benzeyen”, marangoz, işsiz, boş gezen, amigo, topçu, fahişe, müzisyen, ev kızı… olan alaylı tiplerin tiyatroyla şekillenen hayat hikâyeleri anlatılıyor. “Patır patır gülen, seslerini inceltseler de kaba saba konuşan insanlardı. Öğle aralarında nefeslerine kıyılmış soğan karışacağı, gülüşlerine maydanoz gölgesi düşeceği, sonra parmaklarını kütletecekleri de kesindi, ama ne bileyim insanı yadırgatacak ölçüde içtendiler, sokak köpekleri gibiydi hepsi de, peşlerine takıldıklarına, karşılık beklemeksizin kendilerini bırakışlarıyla.

Soğanın kabuğunu soyar gibi kahramanları ve hikâyelerini öğrenmeye başlarız. Hiçbirinde doğrudan anlatımla öğrenmeyiz hayatları, birbirleriyle sohbetlerinden iç konuşmalarından vakıf oluruz, kahramanların tiyatro yüzünden kurulan belki de daha doğru bir ifadeyle bozulan düzenlerine…

Refik, nam-ı diğer oyundaki alkolik kocadan kalma ismiyle Ragıp, ağzında diş kalmamış bu alkoliğin yaşamına yeğeni eliyle dokunuruz. “Dayım hiç hak etmiyor küsurat muamelesini! Yine de sona kalması, yaşıyor olması büyük şanssızlık. Bari ölseydi, tiyatrocu bir dayımız vardı derdik ufaklıkla, ölmüş bir dayı ne kadar da onurlandırırdı insanı, hele bir de tiyatrocuysa…” Aslında tiyatro meftunlarının ailelerinin düşünceleri birbirine benziyor, onu kuma, düşman, şeytan görüp taşlıyorlar. Tiyatro tutkunu seyirciler bile nasiplerini alıyor taşlardan. Galasından afişten indirilişine dek tüm temsilleri izleyip, üstüne üstlük turne turne gezen seyircinin doğal olarak ismi yok çünkü biz sadece sahnedekilerin ismini biliriz hatta onların da gerçek isimlerinden ziyade sahnedeki isimlerini biliriz. “İyi de, benim ne işim var turne otobüsünde, o anda daha ilk depremi yaşadıktan sonra en küçük sarsıntıda dikilen biri gibi doğruluyorum beynimde. Eve dönmüş olmam gerekmez miydi benim? Gel gel demişler, ben de kıçın kıçın yanaşı mı vermişim yoksa bu haytalara, herhalde öyle…”

Aslında müzisyen olan Ziya zaten sahneye çıktığından tiyatro illetinden kurtulamaması neyse de, amigo da kurtulamıyor, üstüne üstlük fahişelik yapan sevgilisini de sürüklüyor sahneye. Güzel ismi silinip gidiyor adı Gemici’ye çıkıyor esrar satıcısı Palermolu, sevgilisi Şengül de Nermin oluveriyor. Bunlar aslında kendi hayatlarını mı oynuyor yoksa oynadıkları hayatları mı oluyor, karıştırıyor esrar kısığı sesli Gemici. Marangoz İsmail de dekorundan bulaşıyor tiyatroya, hayatında bar görmemiş ağzına içki sürmemiş adam akşamcı oluyor. Öyle bir bar yapıyor ki, tüm tiyatro onun taburelerinde şekilleniyor. Bir de hayalleri var, hayvan ölüsü gibi dekoru Didim’e götürüp sahilde bar açmak.

Kahramanların içinde kadınlar da var ama onların ayrı hikâyeleri yok, onların hikâyelerini kendi ağızlarından değil de erkeklerin ağzından dinliyoruz. Bir kadın ancak erkeğin âşık olduğu kadar hayatına giriyor, unutamadığı oranda yer kaplıyor. “Eciş bücüş, iliği kemiği erimiş kopça. Kıç yok, meme yok!” Dişlek olduğundan Tavşan dedikleri Güzin yani Esma hep bakire kalmaya mahkûm olsa da sahnedeki ışığı zaman zaman gözleri kamaştırmıyor değil ama ille de Demet ille de Handan erkekleri birbirine düşürüyor.

Kasabanın en önemli takımı Kentspor’da futbolcu Turgut, takımın arkasındaki en büyük güç İşkomazların kızı Demet’i ayarlıyor ayarlamasına ama elinde tutamıyor, Sübyancı Ömer’e kaptırıyor. Ömer’e sübyancı demelerinin hikâyesi de ayrı, müsebbibi gene bir oyun. Sahnede başlayan oyunun evcilik oyunu olarak sürmesinden ibaret.

İlle de Handan var… Turnede rehin kalan ekibi etini satıp kurtaran Handan. “Handan’ın beni içine aldığı, uçurumlarda hoppacıklattığı afyonlardayım hâlâ. Zaten âşığım, onunsa böyle bir duygusu yok, hiç olmamış, dediğine göre bekâretini kaptırdığı delikanlıyla birlikte tüketmiş aşk duygusunu. Bekâret dediği ne? Benim aşkımsa, onun bunu tükettiği yerde başlamış. Seviştiğim Handan sevdiğim kadın olmuş, altı dokuz oynadıkça haftalarca, hatta sezon boyu katmerlene katmerlene büyümüş aşkım. İçime çektiğim o sarhoşluk. “Benimle yatan erkek, asla unutmaz beni!” Sadece yattıkları mı, yatmadıkları dahi unutamıyor Handan’ı, buna Hakkı da dahil.

Felsefe eğitimi almış olan Aslankara’nın eserlerinde mitolojik ve felsefi göndermelere sıkça rastlanır. Oidipus Kompleksi de yazarın eserlerinde karşımıza çıkan durumlardan biridir. Yıldız Cıbıroğlu, “M. Sadık Aslankara’da Oidipus Karmaşası” yazısında, “İki öyküde de (“Anneler Gizler”, “Çocuklar Diller” öyküleri, Uykusu Sakız kitabı -MFP) ilginç olan, çocuk için icat edilen eğlendirici ya da eğitici oyunla babaya karşı oynanan oyunun birleştirilmesidir. İlkinde oğlunu, ikincide karısı Mine’yi döven öfkeli “baba” ve eve kabul edilip mutlu kılan yabancı adam vardır. İki öyküde peş peşe iki kuşağın ve iki dönemin zamana ilişkin değişimleri, ayrıntılarda ustaca verilir. Kuşaklar boyu değişmeyen, oğlanların, anneden kopuş ve erkeklerin dünyasına geçiş evresinde yaşadığı sancılı dönemdir. İki öyküde de evlilik dışı ilişki ile ana-oğul ilişkisinin iç içe ilerlemesi boşuna değildir: Annenin âşığı olan öteki erkek, annesine âşık erkek çocuğun metaforudur. İlk öyküdeki, annesine âşık küçük çocuk ikinci öyküde -başka bir oğlan çocuğun annesi olan- Mine’nin âşığı Selim olarak var olur ve oyunları anne-oğul merkezli girdabın çevresinde sürdürür.” (1)

Cicoz’daki “Akşam” öyküsünde de babayla hesaplaşmayı görürüz. “Deliler gibi kıskanırım annemi. Bir görünüp bir kaybolan, yokluğunda annemin bol bulamaç bana kaldığı, görünür görünmez de annemi elimden alan babamdan nefret ederim.” Her oyunda bir başkasına âşık olan her yeni temsille aşkı bir gören, oyunla birlikte aşkı da bitirip karısına dönen yönetmen Hakkı, oğlunun gözünden anlatılıyor. Oğul babadan nefret ederken bir yandan da gurur duyup ona benzemeye çalışıyor. Git geller yaşıyor, bir yanı tiyatrocu olmak isterken diğer yanı senelerce binasına bile adımını attırmıyor. Fakat hesaplaşmanın sonu; babayla oğlun ve hatta babasının yerine koyduğu tiyatroyla barışması şeklinde neticeleniyor.    

Yönetmen Hakkı, kader arkadaşı Turgut’un ölümünün ardından kendini bir türlü toparlayamaz, mezarlıktan ayrılmaz, mezarın boş olan yanına yatmak ister. Bunun sebebi aslında bir tiyatrocu için yaşarken ölmek olan unutulmak, alkışlardan mahrum kalmaktır. Birileri arıyorsa sekseninde bile gençsindir, alkışlanıyorsan sesle bile karnın doymaktadır, aksi fenadır. Hurdalıkta yatıp kalkmaya başlar ama Turgut’un ardından önce içkiye, ardından tiyatroya tövbe eder. Sanki bozulan düzenin müsebbibi tiyatroymuş gibi şehirde tiyatro sahnelenen mekân olan nikâh salonunu ateşe verir. Yönetmen Hakkı’nın oyuncu aradığı tiyatro salonunda başlayan oyun (evet okurla oynanan misket oyunu), oyuncunun yönetmenini aramasıyla son bulur.

Cicoz’u novella olarak okumak mümkün demiş olmamıza rağmen sayfaların doğrusal biçimde ilerlemediğini de hatırlatmak gerekiyor, akronik bir kurgusu var metnin. Tıpkı oyuncuların farklı oyunlarda farklı karakterlere bürünmesi gibi Hakkı da, kitap boyunca farklı okumalara açık biçimde okurun karşısına çıkıyor. Aslankara’nın diğer pek çok yapıtında olduğu gibi Saraykent, Denizli en uzaklaşıldığında Ege, öykülere ev sahipliği yapıyor.

Mine Hoşcan Bilge’nin, “Sığınak’ta Uykusu Sakız’la Cicoz Oynamak” yazısında belirttiği gibi; “Shakespeare ve bütün tiyatrocular da zaten bir ayna içinde görürler hayatı ve tiyatro sanatının kendimizi bu aynada görmemize, tartmamanıza yaradığını vurgularlar. Bu açıdan ayna imgesi çok önemlidir. Hatta ben ona gönderme yapmak için Uykusu Sakız’da bir ‘Shakespeare aynası’ kullandım.” (“Tiyatrolar Aynalar” öyküsü- MFP) diyen Aslankara’nın, Cicoz’da da aynı bilinçle hareket ettiğini görüyoruz. Cicoz adlı kitabın sonunda, ana öykü kişisi Hakkı’nın, kendini sır doktoru olarak tanıtmaya başladığını görüyoruz. Hatta ayna imgesi üzerinden, –aynayı hayatın bütünü olarak düşündüğümüzde– yaşamda asıl sırrın, göremediklerimiz olduğu çıkarımı da yapılabilir. (2) Hamlet’in sözleriyle doğanın bütün hallerine ayna tuttuğunu söyleyen Shakespeare gibi Aslankara da Cicoz’da insanın hallerine ayna tutuyor.

Cicoz’un kahramanları tiyatro uğrunda bir ömür tükettikten sonra ortaya saçılan cicozlar gibi bir yerlere dağılıyor…

Mutlu oluyorlar mı?

Hayır!

Aragon, “Mutlu aşk yoktur!” dememiş mi? Aşk öyle bir duygu ki mutluluk ne ki yanında. Tiyatroya delicesine âşık oluyorlar, mutlu olmak akıllıların işi. Onların hepsi mecnun… hepsi serdengeçti… hepsi aşklarından deli…

Aslankara, M.Sadık, Cicoz , Öykü, Can Yayınları, Ekim 2008, 125 Sayfa

Eylül – 2018

(1) “Sadık Aslankara’da Oidipus Karmaşası”, Yıldız Cıbıroğlu

(2)Sığınak’ta Uykusu Sakız’la Cicoz Oynamak”, Mine Hoşcan Bilge, Patika, Sayı:79, Ekim-Kasım-Aralık 2012