SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; HALK ÖYKÜCÜLÜĞÜ…

HALK ÖYKÜCÜLÜĞÜ…

M.Sadık Aslankara
(20.5.2021 YAZISIDIR.)

“Halk romancılığı”, öteden beri söylenen, hatta yaygın kullanımı olan bir söyleyiş.  Kaba genellemeyle halkın kolayca anlayabileceği roman denebilir bunun karşılığında, ancak bu deyişi, öteki anlatı sanatlarını da içine alacak biçimde genişletmek olası.

Söz konusu deyiş kadar “halk yazarı”, “halkın yazarı”, “halk edebiyatçısı” vb. başlıklarla desteklenebilecek böyle bir nitelem, Ahmet Mithat’tan bu yana dile getiriliyor zaten, kaldı ki on yıllardan bu yana ağırlığını koruyor görece, ötesinde yazınsal kimi tartışmaların odağında duruyor, en azından belli çevrelerde.

Ne var ki bu söyleyiş, roman sanatı odağında sıklıkla kullanıldığı halde, sıra öyküye geldiğinde, bununla birebir örtüşebilecek “halk öykücülüğü” söyleminden uzak duruluyor. Yazınsal açıdan içerikte “halk öykücülüğü”ne dönük ayırım yapılıyormuş görünse de böyle bir başlığın kullanılmasından, terimin bu biçimde ele alınışından kaçınılması da çok olağan kuşkusuz.

Bu konuda insanı tutan olgunun, “halk edebiyatı”, halk hikâyesi” vb. terimlerin zengin kavramsal açılımından kaynaklanacağı kolayca kestirilebilir pekâlâ. O zaman cesaret kırıcı yanıyla “halk öykücülüğü” türünden bir ayırımın kullanılmasında çekimser kalınacaktır ister istemez.

Yazıda “halk öykücülüğü” söylemini başlığa çıkardığıma göre bu konuda kararlı bir adım atıyorum demektir. “Halk Öykücülüğü” başlığı altında yazıya girerken kendi payıma “hikâye”den “öykü”ye geçiş olgusuna özel olarak eğilmem gerektiğinin de ayırdındayım işin başında.

Türkçede “öykü”, düpedüz “hikâye” karşılığında getirilen bir sözcük; bu nedenle “öykü” denildiğinde “hikâye”yi, “hikâye” denildiğinde “öykü” sanatını anımsamak, bunları birbiri yerine kullanmak durumundayız. Ancak süreç içinde iki sözcüğün, giderek yollarını ayırıp değişmeceli anlamlarla farklı terimlere dönüştükleri de görülmüyor değil. Hatta buna özgülenmiş yayınlar bile var.

Yaşanan değişimin özellikle son otuz yıl içinde gerçekleştiği, 1990’lar başından itibaren Türkçede hikâye-öykü konusunda ciddi değişim-dönüşüm sürecine girildiği, bunun tüm yazınsal etkinlikler kadar öteki sanat alanlarına, hatta toplumsal yaşamın farklı dolantılarına da yayıldığı öne sürülebilir. Bu konuda 1990 Kuşağı öykücülerinin önemli rol oynadığını da eklemek gerekiyor.

Ancak bu durum, o tarihten sonra etkinliğine başlayan yeni yazar kuşağı bireylerinin “öykü” ve “hikâye” sözcüklerini ayrı terimler halinde kullanmaya başlamasına yol açtığından 1990 sonrasındaki farklı kavrayışa sahip bütün yazarlarca böyle kullanılmaya devam etti.

Bu yaklaşımla ortaya konan gerçeklik kadar hikâye ve öykü sözcüklerine genelde biçilen değere göz atmakta yarar var bu nedenle.

Sözgelimi her filmin, oyunun, müziğin, resmin, genel anlamda her olgunun bir hikâyesi vardır değil mi? Oysa öykü yalnız kendisi için kendi kurmacasal gerçekliği yönünde somutluk kazanır. Bu durumda sanat yapıtında “hikâye”, âdeta anlatılmak üzere hazırlanan “levha”dır, öyküyse salt kendi kurmacasındaki gerçeklikle özdeştir. Buna göre herhangi bir şeyin (olgunun, durumun, kişinin, nesnenin vb.) hikâyesi kurulabilir, anlatılabilir de, ancak öykü, bundan farklıdır, yalnızca kendisi için vardır, bu durumda hikâye, bir aracıya, anlatıcıya gereksinim duyar, öykününse aracısı yoktur, karşımıza doğrudan kendisi çıkar ve bizden kendisini anlamamızı, daha doğrusu anlamlandırmamızı bekler.

Halk edebiyatı geleneğinden gelen halk hikâyesi kadar her hikâye, gerçekliğe, anlatıcısı aracılığıyla kavuşabilir. Bu aracı, tahkiyeye dayalı hikâyat temelinde can alıcı önemdedir. Yine halk edebiyatı geleneğiyle içlidışlı söylen, masal, menkıbe vb. hep hikâyeyle kol kolalık yansıtır. Ama öykü, salt kendisi için vardır, bu yüzden var oluşu, okur tarafından, onun alımlamasıyla ortaya çıkar, gerçeklik kazanır.

Örneğin hikâyemizin büyük adları Ömer Seyfettin’in “Kaşağı”, Refik Halit Karay’ın “Eskici”, Sait Faik’in “Son Kuşlar” adlı öyküleri, yukarıdaki anlatılanlara göre hiç kuşku yok başarılı birer “hikâye” örneğidir. Ama diyelim Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yılan” adlı öyküsüyse hikâye değil başarılı “öykü” örneğidir.

İster hikâye yazsınlar isterse öykü kaleme alsınlar günümüz öykücülerine geldiğimizde, işte bu yönde yani öyküleme sanatında da enikonu bir “halk öykücülüğü kurmaya dönük çaba sergiliyorlar göründüğü kadarıyla.

Halit Ziya Uşaklıgil, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi yazarlarla, Sait Faik gibi parlayan bir örnekle, 1950 Kuşağı öykücülerinin topluca yarattığı o büyük enerjiye denk bir halk öykücülüğü ne anlama gelir, gerçekten bu işin altından kalkılabilir mi?

Konuyu buradan sürdüreceğim.