SAYFA YAZISI M.S.Aslankara; İLK KİTAP NASIL YAZINSAL OLUR…

İLK KİTAP NASIL YAZINSAL OLUR?

M.Sadık Aslankara
(13.01.2022 YAZISIDIR.)

Herhangi ilk kitabın, ister kurmaca olarak öykü-roman türü anlatılardan isterse kurmaca dışı deneme-eleştiri metinlerinden kaynaklansın, yayımlanır yayımlanmaz yazınsal nitelik taşıyan bir yapıt bağlamında kabul edileceği, kabul göreceği gibisinden hamhalat kanıya asla yüz verilmemesi gerekiyor.

Adına “okur” denilen ancak “alımlama” özelliği taşımayan yığınların kitlesel ilgisinin, bir kitabın yazınsallığının tescili ya da onayı anlamında asla ölçü oluşturmayacağının bilinmesinde de yarar var.

Kaldı ki edebiyata dönük çıktığı yolculuğu ciddiye alan herkesin, bu hedefe yönelmeden daha, bilmesi gereken en önemli olgunun yazınsal metnin, asla sokak diliyle, popüler dille, sonuçta ortalama iletişim diliyle ortaya konulamayacağını öngörüp kestirmesi gerekiyor. Böyle bir dille ne edebiyat yapılabilir ne de bilim. Edebiyat, felsefe, bilim hep kendi dilini gereksinecektir.

Ama sözgelimi biz, merakımızı gidermek üzere bir bilimsel yapıtı, bilimcilerin kendileri tarafından popüler dille yapılandırılmış değişkesini okuyup enikonu düşünce üretebiliriz elbette. Aynı yaklaşımla felsefi ya da yazınsal yapıtlarda da anlaşılırlık amacıyla buna benzer değişkeler yaratılabilir, ancak hiçbir zaman bunun, aslının yerine geçmeyeceği unutulmamalı.

Kendi alanımıza dönelim, özellikle ilk kitapları yazınsal kılmaya dönük temel ölçütler bağlamında bunların gerekirliği, zorunluluğu üzerinde durarak konuyu sürdürelim.

Ancak somut bir ilk kitap örneğinden kalkarak yapalım istiyorum bunu. Son dönemde okuduğum bu tür ilk öykü kitaplarından birini, Öznur Yalgın’ın Ağırküre (Everest, 2020) adlı öyküler toplamını alarak yapıttan kimi örnekler aktararak bunlar eşliğinde bir ilk kitabın “yazınsal yapıt” olması koşullarının neler olabileceğini birlikte görelim…

Öznur’u tanımıyorum. Daha önce dergilerde yayımladığı öykülerden kimilerini okumuş olsam da belleğimde bunlarla ilgili bir anımsayış yok, ne ki andığım ilk kitabında yer alan öykülerinin tümünü de okuduğumu belirteyim.

Yazar, aslında geleneksel öykülemenin ardılı konum sergiliyor bana göre. Ne ki, anlatısını geleneksel öykülemecilerin izinde sürdürüyor görünse de anlatımcı öykülemeye sığınmıyor hiçbir zaman, öykülerin tümü de gerçekten anlamlandırma temelinde kuruluyor, sonuçta her bir öykü, bunu alımlayan okurca yapılandırılıyor. Böylelikle âdeta öykü kazısına çıkarılıyor okur. Yani Öznur, eski ustaların izinden gidiyor gitmesine ancak dizgini, yaratıcı yazar konumunda kendisi tuttuğu halde okuru da etkin kılıyor bunda, bir yandan da sanki salt okurdaymış havası yansıtıp öykünün ilmeklerini de hazır sunuyor.

Anlatmayı bir yana bırakıp anlamlandırmayı kurmak, böylelikle öyküyü ayağa kaldırmak için kurgudan, biçemden, biçimden önce bütün bunlar için anlatının en küçük birimi, atom olarak sözcüklere yöneliyor Öznur, bir kuyumcu sabrıyla, özeniyle işliyor her birini, zengin bir söz-söyleyiş dağarı eşliğinde göz alıcı sözdizimleri yelpazesi koyuyor ortaya.

Ağırküre’nin ilk öyküsü “Kazlar”, şu tümceyle başlıyor:

“Hepsi birbirine benzeyen tek katlı, kerpiç evlerin arasından muhtarın gösterdiği geniş sundurmalı evin kapısına vardığımızda avluda bağlı duran köpek huzursuzlanıp havlamaya başladı.”

Yirmi iki sözcükten oluşan bu tümcede ek almış haliyle yalnız “ev” sözcüğü yineleniyor, o kadar. Tümcede “evlerin” yerine “evler” deseydi iç uyak da ortadan kalkardı, aynı şekilde “evin kapısı” yerine “hane kapısı” diyebilirdi, o zaman sözdizimi kendi içinde daha bükümlü, uyumlu hale de gelebilirdi belki.

Diyeceğim, öykülemede, sözdizimlerinden tümce kuruluşlarına, sözcük çeşitliliğiyle yerleştirimine uzanıp yayılan bir özen hemen görülebiliyor. İlk ağızda görülemeyen, öykülemede geleneksele dönük ardıllığına karşın yazarın anlamlandırmadan ödün vermeyen tutumu belki. Örneğin, “İki günde bir çuval arpayı bitiriyormuş en sevdiği kızı, böyle sağlıklı hayvan hasta diye yitirilir miymiş,” tümcesinde anlamlandırmacı okur, tümcede geçen “kız”ı “kaz” olarak okuyacaktır kuşkusuz. Ama bunu algılamadan geçecek okur için, daha sonra, “…Davud’un karısını, boy boy kızlarını düşündüm, kazlarına kızlarım diye seslenişini düşündüm…” tümcesiyle açıklama yapsa da alımlayıcı okur için buna gerek kalmamıştır artık.

“H.K.” adlı öyküde maden işçisi Hakkı, İstanbul’dan gelen ziyaretçilerle konuşur. “Beni değil de, daha çok öbür arkadaşları merak ettiler, malum onlara soramayınca,” der konuklara. Öteki işçi arkadaşlarının akıbeti anlatılmaz, yine de bir maden faciası sezdirilir okura: “Biz on altı kişiydik.” Ama yine de, “şu maden açılacak yakın zamanda inşallah,” demekten alamaz kendisini Hakkı.

Yazarın dilsel tutumu yanında ayrıntıları yerleştirme, kimilerini dolgu olarak kullanırken kimilerini işlevlendirme bağlamında anlatısını besleyip desteklediği söylenebilir. Bu arada yerli yerinde yerleştirdiği suskulara yüklediği anlamsal ağırlıkların üzerinde de durulabilir ayrıca.

Öte yandan hemen bütün öykülerin toplumsal dokuyla içlidışlı anlatılar halinde, önümüze gelişi üzerinde de nice durulsa yeridir. Öyle ya sıradanlığın aşılmış, öykü evreniyle kişilerin özgülleştiği anlatılanlar olarak karşımıza çıkmış olmasının da altını çizmekte yarar var bu metinlerin.

Diyeceğim çerçevelenmiş, klonlanmış bir toplumsal, sınıfsal, ekonomik, kültürel olguyu aktarma aracı yapılmıyor kesnlikle öykü, ama bütün bunların bizde yeniden yaratılmasının önü açılarak, yeni bir bakışla, ufukla buna yaklaşılmasının önü açılıyor.

Kimi ilk kitaplar biçemsel farklılık, ilginçlik, kurgu, biçim oyunları şaşırtmacası yaratıldığında bunlar, yazınsallık için yeterli ölçüt halinde görülebiliyor belki, oysa Öznur Yalgın, klasik bir öykülemeden kalkıp bunu tazeliyor, bunu yaparken öyküyü yazınsallaştırmayı da başarıyor.

Bu nedenle Öznur Yalgın ve Ağırküre, yazınsal öyküleme için iyi örnek.