2. Erdem Öztop; Sığınak Söyleşisi

ERDEM ÖZTOP’UN SORULARI EŞLİĞİNDE
M.SADIK ASLANKARA VE “SIĞINAK”

  1. “Gerçek güzelliklerin yaşandığı taşra” değerlendirmeniz, farklı anlam katmanlarını da içine alıyor. Doğa, çevre güzellikleri gibi… Yoksa tartışılabilirdi sözünüz, ama işin bu yanına girmek istemiyorum ben. Sığınak, taşraya özgülenmiş tek roman değil elbette. Bugüne dek yazılanlara, bundan böyle yazılanlar da eklenecektir daha. Klasik romanda da önemli bir ayıran değil midir taşra ve kent? Alın Rus ve Avrupa romanını, alın Ada ve Amerikan romanını bütün klasiklerin ana sorunsalıdır bu. Bu açıdan Sığınak, yeni bir şey yapıyor değil, ama bu sorunu, roman kişilerinin sorunsalına dönüştürüp önümüze getiriyor belki, o kadar. Ne ki bir roman, söylediğiyle değil söyleme biçimiyle değerlendirilir ilkönce. Öyleyse… Susuyorum.
  1. Roman kahramanlarından birine ait bir iç konuşma bu, Ömer’in bakışıyla. Tüm kahramanlar, kentleriyle ilgili düşüncelerini açıklıyor yeri geldikçe romanda. Bu anlamda taşra kenti, adını da verelim, Sarayköy, roman kişilerinin gözünden, onların bakışıyla yeniden yapılandırılıyor ya da yapılandırılmak isteniyor… Ömer taşra için böyle söylüyor diye üzülmeyin; o, böyle söylüyorsa, bir başkası da başka sözler edecektir, değil mi?
  1. Böyle bir soru yöneltmeseydiniz üzülürdüm, ne yalan söyleyeyim… Bugüne dek yazından, tiyatrodan, belgesel sinemadan, hadi diyelim sinemadan ne biriktirdiysem, bunlara dayalı bir roman oluşturayım istedim Sığınak‘ta. Sözgelimi hemen girişteki antikçağ anlatısı yazın bağlamında bir “üst metin”, tiyatro bağlamında bir “ön oyun”, sinema bağlamında bir “belgesel” gibi alınabilir pekâlâ… Romandan girildiğinde ise, sayısız izle, ipucuyla karşılaşılabileceğini sanıyorum, belki de romanın en özgün yanı budur, kimbilir… Kerim’le yakınlığıma gelince… Doğrusu ben romanda, herkesle hem çok yakın, hem oldukça uzak bir ilişki içindeyim. Çünkü roman kahramanlarının, yazarları dışında yaşantıları olduğunu düşünürüm ben. Diyeceğim kahramanlar, yazarlarına bağımlı değildir; onlara inat çatır çatır yaşamayı sürdürürler.
  1. Kerim, roman yazmayı kafasına takmış biri. Evet, yazar olmaya yazar, ama bugüne dek televizyon için metin yazmanın ötesine geçmiş değil! Yıllardır yazmayı sürdürdüğü bir dosyası var, o da yarım. Öyleyse roman yazmaktan söz eden, aslına bakılacak olursa bunun uzağında biri Kerim. Hani çevremizde vardır, hatta çok yakınımızda bile örneklerini görmüşüzdür bunun. Adam yazmaz ama hep yazmaktan söz eder. Kerim de böyle alınmalı. Bu kadar mı? Çünkü son anda yazmaya başlıyor, daha doğrusu bunu dile getiriyor, yazmakta olduğunu söylüyor. Romanın adı da “Sığınak”. Allah Allah, bizim okuduğumuz, Kerim’in yazdığı roman mı yoksa? Gözünüzü kısıp şöyle bakın; hem öyle, hem değil… Eğer öyleyse, babası artık onunla gurur duyabilir, çünkü “Sığınak” adında bir romanı var demektir bundan böyle.
  1. Sığınak, pek çok roman kahramanının bakışıyla yansıtılıyor. Yani romanda her bölüm o bölümdeki kahramanın bir aktarımı… İster onun anlatımı deyin, ister çektiği film, gözüne ilişen fotoğraf deyin. Roman kişilerinin tümü de, yaşadıkları kenti anlatırken aynı zamanda birbirlerini anlatmaya da yöneliyor. Biz, romanı, onların aktarımıyla alımlıyoruz. Bu nedenle konuşma örgüsü olmaması doğal! Tersine her birinin kendi iç sesi öne çıkabilir yalnızca. Çünkü kahramanlar konuşmuyor, yaptıkları konuşmaları anımsıyor, o kadar. Ama bu, okumada güçlük çıkarırmış… Olabilir, ben de bir okurum, üstelik yoğun okumaları olan biri. Kendi içinde taşıdığı bu tür güçlükler nedeniyle hiçbir romanı dıştalamadım bugüne dek… Benden emek istediğinde okuduğum roman, bunu seve seve yerine getirdim, tersine hoşuma da gitmiştir bu, yazarıyla bütünleştiğimi duyumsamışımdır… Okur da benim gibi düşünebilir, yeter ki verdiği emeğin karşılığını alabilsin…
  1. İnsan yaşam yolculuğunda çok geniş bir yay çiziyor ama dönüp dolaşıp başlangıç noktasına geri dönüyor; çocukluğuna, kentine. Yalnız yazarlar için değil, herkes için geçerli bu. İnsanın hepi topu iki yurdu var: 1. Çocukluğu, 2. Kenti. Bir üçüncüsü, bunları bütünleyen “dil”i ancak. Bunlar, “birey” olma sürecinin temel dayanakları bir bakıma. Öyleyse hesaplaşma da içerecektir. Birey olmak, bu kavgayı zorunlu kılar çünkü. Bütün bunlar herkes için geçerliyse, varın yazarı düşünün siz… Onların izleklerini, konularını hep bu sorunsal çerçevesinde değerlendirmeye yönelişi doğal öyleyse… Yazar dediğimiz hep bunu yazar zaten, ama her kezinde başka biçimlerle, bambaşka biçemlerle… Alaattin’in yaptığı da bu; çocukluğuna ve kentine geri dönmek… Ama nasıl? Bunu da romanı okuduğumuzda görüyoruz.
  1. Alaattin, televizyo dünyasından biri. Belgeselini çekmek üzere Sarayköy’e geliyor. Romandaki kimi ipuçlarından, onun, belediye bandosunu kent içinde dolaştırırken çeşitli çekimler yaptığını anlıyoruz. Roman kahramanları, tanıklıklarını aktarırken bir an geliyor ki, bandonun davul sesini duyuyor. Bu bize roman zamanındaki birliği getirmiyor yalnız, aynı zamanda, bir an kendi kendimizle yüzleşmemizi sağlayan yabancılaştırma etmenine, bir başka açıdan da romanın temel öğelerinden birine dönüşüyor davul sesi. Hani yukarıda tiyatrodan, sinemadan söz ettik ya, bunu da eklemek olanaklı yanına.
  1. Eleştirmen gözüyle bakınca hoş tabii… Dahası bir sınama… Bu açıdan Orhan Kemal kadar, adlarından söz edilenleri, edilmeyenleriyle Sığınak, yazarları sevgiyle kucaklayan bir roman bir bakıma. Bu şekilde on beş, yirmi yazar var Sığınak‘ta. Ama Orhan Kemal için dile getirien bu düşünce, romanın yazarına mı aittir acaba, yoksa bir yerlerde okunduğunda belleğe girip yerleşmiş bir yazının mı izdüşümüdür? Ben de bu soruyu size bırakayım…
  1. Ah, Ülkü Öğretmen… Ben, onunla, değerini bir türlü kavrayamadığımız, ayırdına varamadığımız, hatta bir türü anlayamadığımız kimi insanları, kahramanları odaklamak istedim bir bakıma… Ülkü, bir ayna tutuyor bu romanda bize; neyiz, kimiz biz? Ülkü’nün karşısında kaçabileceğimiz tek yer yok! Öyleyse savunmamızı yapmak düşüyor bize yalnızca. İyi de, bunu yapabilecek bir gücümüz var mı peki? Bir dayanağımız?
  1. Herkes bilir, ben “kadıncı” bir yazarım. Kadınlar söylüyorsa doğrudur, bana düşen görev, bunu yansıtmak yalnızca.
  1. Emin Özdemir, yalnız Türkçemizin değil, okuma uğraşımızın da önemli bir anahtarı… Şu kadarını söyleyeyim; o ne demişse, ben can kulağıyla dinlemişimdir hep!
  1. Sığınak‘ı bunca yücelttiğiniz için, ben de size teşekkür ederim sevgili Erdem Öztop; ben de size “emeğinize sağlık” diyorum!
  1. Hiçbir yerde “eleştirmen” olduğumu söylemedim ben. Ama yaklaşık kırk yıldır yazınla, tiyatroyla iç içeyim, yirmi yıldır da belgesel sinemayla; öyleyse yazarım, tiyatrocuyum, belgeselciyim… İnsanlar, nedense beni ille “eleştirmen” olarak görme eğilimindeler… Belki haklılar, çünkü Türkiye’de yazarlar gerekli sevgiyi, ilgiyi görmüyor, belki bu eksikliğin de etkisiyle beni alanın nöbetçisi gibi istiyorlar. Ben de elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum bu işi… Ama günün birinde bohçamı toplayıp ayrılırsam bu ellerden kimse şaşırmasın! Ben de sevgi görmek istiyorum demiyorum, ama kendimle kalmak, kendimi salt kendi yazılarıma vermek, kendimi dinlemek istiyorum…
  1. Bu sorunun bir ucu yazın dünyasına gidiyorsa öte ucu kitle iliteşim araçlarıyla ilişkilenişe götürüyor bizi. Ancak her yapıt, kendi alanının ölçüleriyle değerlendirilebilir. Bugün çok para kazanıyor olabilirsiniz kimi desteklerle, ilişkilenişlerle; ama yapılan edebiyat için bir ölçüt olabilir mi bu? Edebiyatın ölçütü, kendi içindedir; ün, para yoktur bu ölçütlerin arasında! Yalnızca edebiyat yapmanız gerekir, ama yalnız! Bu yaptığınız size ün, para da getirse sürgünler, hapislikler de getirse fark etmez; edebiyat yaparak başarıya ulaşırsınız! Bu, tersinden yapılıp gösterilemez. Böyle dönemlerde at izinin iti izine karıştığı söylenir ama hep değil mi? Bunu karıştırmak biz ölümlülere özgü, merak etmeyin, ölümsüz olan “edebiyat”ın elinde şaşmaz bir terazi duruyor, o herkesi ölçüyor, ölçecek de, ama öldükten sonra… Ölünün arkasından konuşulmaz denir ya, edebiyat konuşmuyor, ölçüp tarttıktan sonra bunu bildiriyor bize yalnızca.
  1. Ben, ortalıkta az görünen ama çok çalışan biriyim… Eylemli tiyatro yaptığım yıllarda da böyleydi benim için; sanatın uzun, yaşamınsa kısa olduğunu çok öncelerde kavramıştım. Bu nedenle şu ahîr ömrümü, sanat yaparak iki milim daha uzatmaya, Haldun Taner’in deyişiyle cüdam değil “adam” olmaya çabalıyorum yalnızca, hepsi bu! Sanatı da sorguluyor hatta insan o zaman; bir şey diyeyim mi size, birey olmak benim tasam yalnızca, kendim için…
  1. Suda kıpraşan ışıklar, çiçeklere değen kelebekler gibi bir söyleşi oldu değil mi, ben de size teşekkür ederim.

(Yalnızca yanıtları bulunan söyleşinin soru kaydına ulaşıldığında bunlar ayrıca sunulacaktır.)