2. Nursel Duruel; ‘Sığınak’ Üzerine

NURSEL DURUEL – M.SADIK ASLANKARA SÖYLEŞİSİ…
Sorular: Nursel Duruel

            º Bir sanat yapıtını öğelerinden yalnızca biriyle tanımlamaya kalkışmak, tek öğeye indirgemek doğru bir tutum olmadığı gibi olanaksızdır da. sakıncasına karşın Sığınak için bir kasabanın romanı demekten alıkoyamıyorum kendimi. Kasaba romanı değil, kasabanın romanı. Uykusu Sakız‘daki öykülerinizden bazılarının da mekânı olan Sarayköy, Sığınak‘ta başlıbaşına bir roman kişisi olarak  çıkıyor çünkü karşımıza. İçinde yaşayanları biçimleyen, onlar tarafından biçimlendirilen bir ana-kahraman. Ana olduğu halde, artık dişi değil eril. Kısacık bir zaman dilimi içinde, Sakız Şenliği sırasında tanıyoruz Sarayköy’ü. Roman, şenlik boyunca ‘kent ruhu’na, kentin ruhuna doğru yol alıyor ve okurunu o ruhu oluşturan bütün damarlarda dolaştırmayı, birbirine dolanmış kılcal ağların en kuytu noktalarına dek ulaştırmayı başarıyor… Bunda bir Sarayköylü olarak içeriden bakabilmenizin sağladığı olanaklar göz ardı edilemez elbette. Ama oralı olma, o yaşam birikimi kolayca tuzak haline gelebilir ve ortaya nostalji ürünü bir güzelleme çıkabilirdi. Oysa siz didik didik ediyorsunuz Sarayköy’ü. Dolayısıyla, kent-kentlilik-büyük kent-taşra-taşralılık olgularını derinlemesine sorguluyorsunuz. Bir yandan da kent tarihçiliğine, şenlik kültürünün alacalı örtüleri altında kalanlara dikkat çekiyorsunuz. Söyleşimize romanın düşünsel altyapısından, ön hazırlığından başlayalım isterseniz.

Bizde anı kitaplarıyla kent kitapları sonradan yükseliş gösterdi. Aralarındaki bu eşzamanlı eşik ilişkisi bir rastlantı sayılmamalı! İnsanların kendilerini, kentlerini kavrayışları elbette içiçe alınması gereken olgular. Zaten kentle birey, birbiri içinde yuvalanmış kavramlar. Birbirinin olmazsa olmaz koşulu ya da türevi gibi de bakılabilir bunlara. Sözgelimi köylünün varoluşsal bunalımı olmaz, hiçbir romanda buna değgin satırlarla karşılaşamazsınız. Varoluşsal bunalım, inançla bağı gevşemiş birey için sorunsaldır. Şunca yıllık roman geleneği içinde, yazarların dönüp dolaşıp buna yönelmesi boşuna mı? Bir açıdan hatta, şöyle de denebilir: roman, kent-kentli (birey) ilişkilenişine bakma sanatıdır. Bizde romanın yaşadığı sıkıntılar, biraz da bunun kavranamamış olmasından kaynaklanıyor galiba… Şu da var: bu ilişkileniş kadar, bu ilişkilenişin kahramanları da çok önemli elbette; “kent” ve “birey”…. Bunların ne’likleri, kimlikleri, olanakları, olanaksızlıkları… Bu alanda yani kent ve birey konusunda yapılan yayınlarda en yüksek verime son yirmi yıl içinde ulaştık. Ancak, henüz bunun bilincinde görünmeyen çok sayıda roman yazarı olduğunu da söyleyeceğim, kimilerini kızdırmak pahasına, dahası “tersine bilinç”le davrananların da bunlardan pek farkının bulunmadığını… Eh, madem yeri geldi, onu da ekleyeyim. Romancı da gerçek bir kentli ve birey olmak zorunda bu sanatın ardılı olabilmek için… Bizde öykünün çok ileri düzeye varmış olması, ama romanın on yıllardır bir türlü havalanamaması biraz da bundan kaynaklanıyor işte. Sözgelimi Memet Fuat, kentli bireyin yani kentlinin somut örneği alınabilir, tam bir dönüştürüme uğrattığınızda, ondan olağanüstü bir roman kahramanı çıkarabilirsiniz ortaya. Oysa bakın çevrenize, sürüyle öykü kahramanı göreceksiniz. Peki, Memet Fuat gibi roman kahramanı mı az? Hayır, romanımız için bence azımsanmayacak sayıda örnek kahramana sahibiz, ama bizde eksik olan bakış… Öykücülüğümüzde olduğunca bir geleneğe de yaslanmadığından romancı, bu kazıyı tek başına yapmak zorunda. Ama donanımsız nasıl yaparsınız kazıyı, olabilir mi bu? İşte bizim romandaki sorunumuz burada düğümleniyor.

Bu açıdan ben, romanın laboratuvarına kendimi de konuk ettiğimi söyleyebilirim bireyliğim, kentle ilişkilenişim bağlamında, kendimi belgelercesine… Öyle ya uzun yıllar kent tiyatrosu deneyimi yaşamış, şenlikler düzenlemiş biriyim. Sonra 1989’dan bu yana kentle, kentlilikle ilgili durmadan yazdığımı; bunun, çok önceden başlayan bir birikime yaslandığını belirteyim. Kentlere ilgim gerek kavramsal gerekse monografi türü eylemli kitaplarla bugün de sürüyor. Bu, antik kentlerle ilişkiyi de içeriyor elbette. Geçmişten günümüze kentlerde üretilen değerler, sonra günümüzde ön plana çıkmış kent tiyatroları, kentlerdeki örgütlenmeler, sivil direnişler, kentlilik bilinci, kenttaşlık paydası, yerel yönetimler, yerel etkinlikler, yerel yayınlar, bunlara can veren insanlar hep ilgimi çekiyor, bunlarla ilgili belgeleri toplayıp arşivliyorum… Olanaklarım elveriyorsa çekimlerini de yapıyorum. Sığınak‘a döşeli altyapı, işte buralardan geliyor…

º Epiktetos’tan alıntılar dışında elli iki bölümden oluşan Sığınak, okuru ilk adımda buyur etmiyor içeriye. Nasıl bir kent dışarıdan gelene hemen değil, zaman içinde, yavaş yavaş açarsa kendini roman da ilk sayfalarda okuru tartıyor, sınıyor, öyle açıyor kapılarını, alıştırarak alıyor içine. Önce diline, biçemine alıştırıyor, kurgusunu sezdiriyor, geniş kadrosunu oluşturan kişileri ucundan tanıtmaya başlıyor, sonra da sımsıkı kavrayıp elinden bırakmasına izin vermiyor. Her bölümde yeni bir giz, yeni bir katman seriyor önüne. Sığınak‘ın temasıyla dokusu arasındaki bu örtüşme yazılırken mi oluştu, baştan mı belirlediniz?

Sığınak‘taki temel izleği eğer “kentlilik olgusu” olarak alırsanız bunu çok önceden tasarlayıp roman dokusuyla birlikte örüntülediğimi belirtmeliyim. Ama yıllar içinde bunun hiç değişmediği de düşünülmemeli… Ancak bu değişiklikleri, baştaki temel dokuyu koruyarak yaptım hep… Anlatımda sarmallığı öne çıkardım, başı sonu yitip giden tümceler kurdum örneğin. Taşra kentindeki döngüsel yaşamı, orada yaşayan insanların içbükey konuşmalarına sızdırabileceğimi düşündüm bu yolla. Ama bu, okura çok karmaşık gelebilirdi, onun için zamanla kimi yalınlaştırmalara yöneldim. Taşra kentini bir lam’a en iyi nasıl oturtabileceğimi çok önceden tasarlamıştım zaten, şenlikti bu. Şenlik derken, bunun bir kent parodisi yapma amacı taşımadığını özelikle vurgulamak istiyorum. Böylesini on yıl önce Bin Yüz Bir Giz (Ümit Yayıncılık, 1993) adlı romanımda yapmıştım. Sığınak, çok başka kanallarda dolaştırmalıydı bizi. Nitekim Sakız Şenliği, kentteki döngünün yansılayıcılığını yaparken insanlarının tanıklıkları da tarihsel süreçte yaşanılanların dile yansımış döngüleri olarak ortaya çıkıyor yanılmıyorsam. Bu iki temelden vazgeçmemeyi koşul yapınca romanın dokusu da kendiliğinden belirginleşti. Bunlar ne oranda örtüştü bilemem tabii, sonra bunun romanı ortaya koyan en iyi estetik bireşim olup olmadığını da…

Bu tutumumun kapalı bir roman dokusu oluşturacağını seziyordum kuşkusuz, ya bunu göze alarak yani okur ilgisizliği tehlikesine karşın romanın kendisini öne çıkaracaktım ya da okur ilgisini gıdıklayıp tasarladığım romana veda edecektim. Romanı yok etmeyi göze alamazdım. Okurla yolumun ayrılabileceği kuşkusuyla ödün de veremezdim. Bu nedenle kapalı bir roman evrenine yaslanmasa da, okuru içine ağır ağır alan bir roman oldu galiba Sığınak. Tek dileğim, okurun, verdiği emeğin karşılığını bulabilmesi romanda.

º Sığınak, bir ya da birkaç anlatıcısı olan bir roman değil. Roman kişilerinin hemen hepsi sırası, yeri geldikçe anlatıcı konumuna geçiyor. Böylece her birini hem kendi anlatımıyla hem diğerlerinin anlatımıyla tanıma olanağı buluyoruz. Hem içten (iç dünyalarından) hem dıştan (toplumsal ilişkilerinden). Sakız Şenliği dolayısıyla Alaattin’e ısmarlanan Sarayköy belgeseli onun kamerasından sınırlı bir bakışla çekilirken asıl belgeselin roman kişilerinin kendilerine, diğerlerine, kente,  birbirleriyle ve kentle ilişkilerine, güne, geçmişe, geleceğe yönelttikleri çoğul bakışla oluştuğunu görüyoruz. Görünenin ardındakilerini de görmemizi sağlayan pek çok kamera ve bir o kadar bakış açısı. Hem edebiyatçı hem belgesel sinemacı olarak bu konuda söyleyecek çok sözünüz olmalı.

Sığınak‘a çalışırken, edebiyatın dışında belgesel sinemadan, tiyatrodan romana neler katabileceğimi çok düşündüm; ille katmam mı gerekir, bunu da çok tarttım elbette. Birden bir müsamere havası doğabilirdi. Neyse ki korktuğum olmadı, bana ulaşan ilk izlenimler, tedirginliğimin yersiz olduğunu gösteriyor… Evet, artık rahatça söyleyebilirim, Sığınak‘ı ben, yıllarca emek verip katkı aldığım öteki iki alandan damıttıklarımla yazmaya çalıştım. Örneğin romanın yaklaşık dörtte biri İsmet İnönü Lisesi’nde geçer. Onun sahnesi, Sarayköy metaforunu simgeleyen bir öğe olarak alınabilir pekâlâ. Sarayköylüler, Sarayköy’ü konuşur aralarında; böylece okur, olanı biteni tiyatro sahesinden izliyorcasına bir duyguya kaptırabilir kendisini. Bu öte yandarn uzam, zaman birliği olarak da kendini ele verir. Ama tiyatrodan romana alınan katkı belki de asıl ayraç içlerinde gösteriyordur kendini… Bilirsiniz, davranışlar yönetmence belirlense de oyun kişilerinin tutumları konuşma örgüleriyle ayraç içlerindeki eylemlerle yazar tarafından konulur. Sığınak‘ta bunlar, bir ayraç varmışçasına yapılmaya çalışılıyor sanki. Başarılmıştır başarılamamıştır, o ayrı ama kişiler salt konuşmalarıyla değil, bu konuşmanın ta içine sızmış kavrayışları, tutumları, değer yargılarıyla yansıtılmaya çalışılıyor roman boyunca. Belgesel sinemanın, daha doğrusu sinemanın katkısı daha çok kurgu tekniğinde aranabilir sanıyorum. Sıçramalı bir yazınsal anlatım egemen olsa da sonuçta bunları zorunlu bağlarla bütünleyen, aktarımını karelerle yapan bir yaklaşımdan söz ediyorum burada. Bir de sizin üzerinde durduğunuz “kamera” olgusuna değinmeliyim. Bu saptamanız için size teşekkür ediyorum sevgili Nursel Duruel. Alaattin’in kamerası, aslında bir hile, daha doğrusu o, görünen kamera. Oysa roman boyunca hemen herkesin elinde bir gizli kamera var. Herkes bu kamerayı kullanarak çekim yapıyor. Romanı, bu amatör çekimler bütünlüyor bir yerde. Kurgu kadar bol çekim, sonuçta bol görüntü gereci de Sığınak‘taki sinema katkısının somut örnekleri olarak alınabilir herhalde. Eğer sinema ve tiyatro, romanı biraz olsun besleyip süsleyebildiyse buna sevinirim doğrusu. Yoksa Sığınak, elbette bir roman, ana dayanağı da dil. Nasıl bir dil bu? Roman bağlamında ne kadar işlevli, romanla örtüşüyor mu, bu tür konular üzerinde durmaya çekiniyorum. Ben yazarıyım Sığınak‘ın, yazarı olmasaydım, kimbilir daha neler neler söylerdim… Ama şimdi elim kolum bağlı, konuşması gerekenler başkaları!

º Sakız Şenliği ve İsmet İnönü Lisesi’nin kuruluşunun 60.yıldönümü deneniyle yapılan tören, birbirlerini çocukluklarından, ilkgençliklerinden tanıyan, ama yıllardır görmeyen Sarayköylüleri ‘modern zaman taşrası’nda ksa bir süre için yeniden buluşturuyor. Kabaca şöyle gruplanabilir roman kadrosu: Hep orada yaşamış, azınlıkta olsalar da kentin kültürel, toplumsal kimliğine damga basmış, yakın zamanlara kadar kültürel sürekliliğin köprüsü olabilmiş insanlar: Hayatını mesleğine, Cumhuriyet idealine adamış Ülkü öğretmen, Sarayköy’ün Sesi gazetesini çıkaran Hüsnü Bey, Eczacı Gülümser.. / Yeni zamanların öne çıkan temsilcileri: Sürekli olarak sınıf değiştirmeye çabalayan Aylin, hırs ve öfke yumağı Alaattin, şenliğin başarısını yeniden seçilebilmenin garantisi olarak gören belediye başkanı vb… / Büyük kentlerde veya yurtdışında tutunabilmeyi başaranlar: Onur konuğu olarak davet edildiği şenliğe katılmak için Amerika’dan gelen dünyaca ünlü bilim adamı Dr.Yılmaz, İstanbul’dan gelen reklam şirketi sahibi Ömer.. / Başka kentlerde kurdukları hayatı çeşitli nedenlerle bırakıp daha önce Sarayköy’e dönmek zorunda kalanlar: Babası Hacımustafendi’nin isteğine karşı çıkamadığı için Ankara’yı bırakıp karısı Sermin ve çocuklarıyla Sarayköy’e dönen yazar Kerim, annesine bakmak için İstanbul’daki tiyatro ve sinema çalışmalarından kopan Ercan… Romanın kadrosu bu kadar değil elbette. Bankacı Metin’i, karısı Aysel’i, Müşerref Hanım’ı, Kadir’i, yeni yetişmekte olan gençleri, çocukları da eklemek gerekiyor. Böyle sayınca erkekler çoğunlukta görünüyor. Oysa roman daha çok kadınlar üzerinden yürüyor. Neden böyle bir seçim yaptınız?

Roman kahramanlarıyla ilgili ilginç bir gruplandırma yapmışsınız. Bu yaklaşımınız doğrultusunda da alınabilir ebette Sığınak‘taki kişiler. Ne ki roman yazarı olarak ben, kişileri bu yönde gruplandırarak ya da şu kişi de şuna karşılık gelsin biçiminde düşünerek onları yaratmış değilim. Ama sizin bu gruplandırmanızın toplumbilimsel bir dayanağa oturtulabileceği de göz ardı edilmesin isterim.

Bir yazar, romanının, elbette zaman zaman yalnızca yaratıcısı olarak kalmalıdır. Ancak eğer roman gerçekliğinin içine hiç girmiyorsa, yarattığı kahramanların yerine geçmiyor, roman evrenindeki serüvenlere katılmıyorsa, roman içtenliğini yitirir. Örneğin polisiye romanlarda, belirli bir kalıba uygunluk yönünde yaratılmış aşk, gülmece, tarih romanlarında estetik yapısı sağlam yapıtlar koyabilir ortaya yazar, ama belki içtenliği yoktur romanın. Bu yüzden onca iştah kabartıcılığına karşın, plastik bir meyve tabağı gibi durur karşınızda. Bunu aşmak, meyvelere can vermek istiyorsanız, onu siz yaratmalısınız, ona can vermelisiniz. Bir annenin yavrusunu dünyaya getirişi gibi onu doğurmalısınız. Buradan Sığınak‘taki roman kişilerine geçeyim… İlk ağızda kalabalık gibi görünüyorlar, sevimsiz geliyor belki bize, sonra hot zot bir erkek görüntüsü… Bu açıdan roman, ilk yirmi otuz sayfa boyunca okuru zorluyor, hatta sıkıyor. Bunun, ta en baştan bilincinde olduğumu, romanı böyle kurguladığımı, bunun getirebileceği sakıncaları göze aldığımı, bunu salt romanın içtenliği adına uyguladığımı belirtmeliyim. Bir taşra kentine girildiğinde de ilkin böyle duygular sarar insanı, sevemezsiniz. Hem peşiniz sıra belleğinizde yaşayan kent imgesiyle örtüşmediği için hem de ilk izlenimleriniz olumsuz etkilere yol açtığından sevimsiz gelir kent… Çünkü ilk ağızda bir karmaşadır taşra kenti ve bir erkek kalabalığıdır. Nezihe Meriç, ne yaparmış örneğin? Gittiği yerin pazarına uğrarmış, kaç kişi kaldı böylesi inceliklerle yaklaşan kente? Ama işte o zaman taşra kentinin kendine özgü inceliklerini görmeniz olanaklı hale geliyor. Sığınak‘ın ilk 55 sayfası bir erkek kalabalığının yol açtığı yankılanmayla, deyiş yerindeyse uğultuyla geçer. Gülümser’i biz, kendi bakışıyla 56. sayfada tanırız. Daha önce de kadınlar vardır ama bunlar erkeklerin belleklerinden akan kadınlardır. Biz ilk kez belki de Gülümser’le romana karşı sıcak bir eklemlenme duygusu içine gireriz. Bu, bence Sığınak‘ın şanssızlığı. Ama eğer böyle yapmasaydım, içtenliğini yitirirdi roman, o zaman okur, zaten romanı elinden bırakabilirdi kolayca. Oysa şimdi bu duyguyu en başta yaşıyor. Okumakla okumamak arasında gidip geliyor, 56.sayfaya ulaşıp da Gülümser’e yakalandığı an, sanırım romanı elinden bırakamayacağını kavrıyor. Tıpkı bilmediğimiz bir taşra kenti karşısında yaşadığımız ilk izlenimlerden sonra ayırdına vardığımız incelikler gibi. Taşra kenti, alanlarındaki, sokaklarındaki erkek kalabalığına karşın, evlerde kadınlarca yönetilir çünkü. Biraz ileri gitmiş olduğumu düşünenler çıkacaktır ama söylemeden duramayacağım: taşrada belediye başkanlarının, hem de makamlarından, karılarına telefon edip danıştıkları olur, kimbilir kimler kaç kez tanıklığını yapmıştır bunun. Sığınak da bu nedenle önde erkeklerin göründüğü ama derinde kadınların yönlendirdiği bir roman olarak alınmalı. Eğer böyle yapılmasaydı, Sarayköy anlatılamazdı herhalde, yoksa yanılıyor muyum dersiniz?

º Söz kadın kahramanlardan açıldığına göre Aysel üzerinde biraz daha ayrıntılı durur musunuz? Bütün davranışlarıyla ayrıksı bir kadın. Öyle olduğu halde çevresindekiler yadırgamıyor onu. Kız Ercan’la aşkı ise, sevgi, aşk, cinsel ahlak konularında yeniden düşünülmesi gerektiğini gösteriyor. Ercan da onun kadar ayrıksı. Biri olmadan öbürünün kavranması olanaksız sanki. Aylin-Ömer-Meral üçlüsü var bir de!

Sığınak‘ta iki ayrı üçlü var: Aysel’in kocası Metin’le ve sevgilisi Ercan’la ilişkisi; ötekisi Aylin, onun bir karı kocayla, Ömer-Meral çiftiyle ilişkisi… Aysel, Metin’le durulmuş, hatta belki de sona ermiş cinsellik içinde görünür. Akşam Metin gazetelerine bakarken, televizyon kanalları arasında gezinirken Aysel odasına çıkar, bebekleriyle oynar. Öyleyse karı kocanın arasında biten yalnız cinsellik değil, aşktır da. Ama aralarında bir şefkat ilişkisi olmadığı da düşünülmemeli! Nitekim Aysel’in Ercan’a ilgisi aşka dönerken kadın, kendini cinsel anlamda da ona sunmak ister, ancak böyle bir ilişkileniş Ercan açısından olanaksızdır. Ne ki, cinsel bir alışverişin olmayışı, bu aşkı engellemez. Tersine öylesine gelişir ki, kadınlara ilgisiz görünen Ercan da ona âşık olur… Üçü arasında yaşanan gıllıgışsız bir ilişkidir bu, apaçıktır, biraz da nahiftir tabii… Burada biz, cinsel yaşantıdaki doğallığın tanıklığını yaparız. Bu, enikonu taşra kentinin aşk ve cinsellik anlayışındaki açıklıktan kaynaklanır. Gizli kapaklı bir ilişkileniş değildir bu. Herkesin gözü önündedir. Ancak buradaki taşranın İyon ve Ege uygarlıklarıyla beslenmiş binlerce yıllık bir geleneğin ardılı konumunda bulunduğu unutulmamalı! Bu arada Aysel’in, ta çocukluğundan beri süregelen aykırılığı da göz önünde tutulmalı… Örneğin aralarında bir iki yaş bulunan Göksel’in Aysel gibi davranamayacağı açık. Öte yandan kasabalı bir cinsellikle kasabada cinsellik ayrı şeyler. Kimilerine aykırı gelecek belki ama, kasabada, küçük taşra kentinde cinsellik açık olmak zorunda. Siz komşunuzun karısını, kızını öyle kabul etmezseniz yarın da o sizi sizin değerlerinizle kabul etmez! Sözgelimi Aysel’i Sarayköylüler böyle kabul etmekle birlikte arada kabul etmeyen de çıkabiliyor. Burada temele alınması gereken “kabul etme” anlayışı. Bu bağlamda aşklar, her kim arasında yaşanmışsa da hep kabul görmüştür taşra kentinde. Töre falan diye cinayet de işlenmemiştir öyle. Eğer ikiliden biri başkasıyla bir aşk yaşamaya yönelmiş, ötekisini bitirmişse iki insan uygarca birbirinden ayrılıp yollarına devam etmiştir. Sarayköy de Batıda bir taşra kentidir, töre kıskacında, ortaçağ artığı barbar bir klan değil. E, zaten bunu tartışmak için de var değil mi roman?

Aylin’in Ömer’le, Meral’le ilişkilenişi ise bundan çok ayrı bir yere çıkarıyor bizi… İlkinde daha çok aşk var, ikincisinde cinsellik, hatta bu yöndeki tutku… Nitekim bu üçünün cinselliğe, biraz da nesneleştirme yönünde baktığı sezilebiliyor. Oysa ötekiler cinselliğe çocuk duruluğunda bakar biraz da. Aylin, Ömer, Meral üçlüsü yalnız nesneleştirmez cinselliği aynı zamanda bunu gizlemeye, gizledikleri yerde bunu bir tutku cehennemine dönüştürmeye de can atar. Zaten ilişkide açıktan açığa bir çıkar da söz konusudur. Üç insan, bir çıkar doğrultusunda bir araya gelmiş gibidir. “Cinsel besleme”den söz edilmesi de anlamlıdır. Oysa Aysel, Metin, Ercan ilişkisinde çıkar aramak boşunadır. Onlarınki karşılıksız bir aşktır, ötesinde taşra bungunluğundan bir kaçış olsa olsa…

Bu iki ayrı ilişkileniş biçimi, dediğiniz gibi bizi “cinsel ahlak” konusunda düşünmeye itecektir, bundan kaçılabilir mi? Öyleyse okuma eylemi sırasında okur buna da kendini hazırlamalı. Sığınak‘ta bu iki üçgenin birbirinden dolanarak geçirilmesi, belki de bu amaçla yapılıyor. Hani diyorsunuz ya, Aysel’le Ercan için; biri olmadan öbürünün kavranması olanaksız sanki”; bu durum, üçgen ilişkiler için de öne sürülemez mi sevgili Nursel Duruel? Yani Aysel, Metin, Ercan üçlüsü ile Aylin, Ömer, Meral üçlüsünden biri, ötekini kavramamızı da sağlıyor olamaz mı sizce?

º Kahramanlar açısından bakıldığında dikkat çeken bir başka nokta da kentlilik-taşralılık meselesini en çok Kerim ve Ercan’ın, iki ‘tutunamayan’ın kurcalıyor olması. Neden onlar? Sanatla uğraştıkları için mi?

Bu saptamanız romanın dokusu içinde, çözümleyici iki temel öğe: Ercan İstanbul’da, Kerim Ankara’da uzun yıllar yaşadıktan sonra kentlerine dönmüş iki aykırı insan. Hadi diyelim, iki “tutunamayan”. Bunu aşabilmek için Ercan, Sarayköy’de yapılmaya çalışılan tipik bir kent tiyatrosu örneğine, Kerim’se yazmayı tasarladığı romana tutunmak istiyor. Ercan’ın tiyatro umudu sönüyor ama Aysel’e âşık olduğunu anlıyor. Kerim de romanını yazmaya koyuluyor. Yani her ikisi de bir taşra kentinde uyum içinde yaşayabilmenin bir yolunu bulmuş oluyor sonunda. Kentlilik-taşralılık sorunsalı, en azından kendileri için sona eriyor. Oysa dediğiniz gibi bu konuyu en çok kurcalayan, didikleyen onlar. Örneğin bunu, ne yıllardır Sarayköy’de yaşayan Hüsnü, Ülkü, Gülümser ne de Sarayköy dışında onca yıl yaşadıktan sonra yalnızca şenlik için gelmiş görünen Yılmaz, Ömer tartışıyor… Peki bu ikisini bu konuyla boğuşmaya iten ne? Neden “tutunamayan” olarak görüyorlar kendilerini? Bir kez bu ikisini çok derinden yaralayan, onları tutuklaştıran bir yan var. Ercan’ın dul annesi, Kerim’in babası kendileri için büyük ağırlığa sahip. Anneleri babaları Sarayköy’e çakılıp kalmış insanlar. Çocukları ise büyük kentlerde uzun yıllar sanat ortamlarıyla içlidışlı yaşam sürmüş kişiler. Zaten biri ünlü bir oyuncu, öteki o kadar değil belki ama çevresinde iyi kötü ilgi gören bir metin yazarı, hadi diyelim yazar…  Sığınak‘ta kentlilik-taşralılık tartışmasında bu ikisinin ateşleyici konumunda bulunması çok doğal! Üstelik roman zamanı boyunca, şenlik sonuna dek mutsuzlar. Mutsuzlukları, anne babalarının ağırlığı, sanatlarını yapamayışları onları birer “mustarip” yapıyor kuşkusuz; onlar için kaçınılamaz bir sonuç olsa gerek bu! Buna son olarak Ercan’la Kerim’in incelikli ruh dünyaları, duyarlıklı tutumları da eklenebilir sanırım…

º Bu kadar konuştuktan sonra kitabın adına ve roman içindeki yazılış serüvenine gelebiliriz artık. Sığınak yalnız metafor değil çünkü.

Sığınak‘ta onlarca kez sığınaktan söz ediliyor. Somut bir sığınak var çünkü anlatılan. Roman boyunca sözü edilen sığınak, olgusal bir gerçekliğin karşılığı. Herkes için, yani roman kişileri kadar romanda görünmeyen Sarayköylüler için de sığınak, hep aynı anlama geliyor. Konuşurlarken ya da kendi iç dünyalarında yolculuklara çıktıklarında sözü geçen bu sığınak, belediye yapısı, adliye mezarlık neyse öylece somut. Ama roman adı olarak “sığınak”, bu olmasa gerek. Çünkü okunduğunda Sığınak‘ın yalnız romandaki sığınakla sınırlı kalmadığı sezilebiliyor. Öyleyse yazar, bu sözcükle çok daha derinde bir anlam karmaşasını, bir metaforu bize sezdirtmek istemiş olmalı! Ama bunu başarıp başaramadığı kuşkusuz okurun kararına bağlı. Sizin değerlendirmeniz de bu yönde olduğuna göre, bunun görece başarıldığı düşünülebilir belki.

Romanda anlatılan sığınak, herkesi anılarına götüren bir yapı. Altmış yıl önce tamamlanan İsmet İnönü Lisesinin bodrumu, savaş yıllarında sığınağa dönüştürülüyor… İlkokulu bitirir bitirmez tüm Sarayköylülerin adım attığı bir yer burası. Bu nedenle biraz ana kucağı, hatta ana karnı gibi… Kendi gerçeklikleriyle yüzleştikleri bir ritüel öğesi olarak da alınabilir bu nedenle sığınak. Ama şöyle ya da böyle hemen her kentte böylesi yapılar yok mudur bunalıp da sığındığımız, ruhumuzu, duygularımızı dinlendirdiğimiz? Sığınak‘taki sığınak metaforu, bu biçimde alınabilir gibi geliyor bana…

º 180. sayfada Kerim yazmakta olduğu Dokuz adlı romanı bir yana bırakıp bu romanı, Sığınak‘ı yazmaya karar veriyor. Neden böyle bir karar aldığını, romanında neyi anlatacağını, nasıl anlatacağını da söylüyor. ‘Romancının mutfağına göz atmaya çalışın, hiç değilse bir kezcik olsun yapın bunu yaşamınızda, göreceksiniz ne büyük mutluluktur o!’, diyor. Kerim’e neden böyle açıklamalar yaptırma gereği duydunuz?

Sığınak‘ı, Dokuz’u bir yana bırakmış görünen Kerim’in yazdığı düşünülebilir elbette, romana döşenmiş veriler bizi kolayca bu sonuca götürür çünkü. Üstelik ad da apaçık belirtildiğine göre, değil mi? Ama bunun tersi de düşünülebilir, bana sorarsanız… Sarayköylülerin tümünün de yazımına katkıda bulunduğu, yani tek tek Sarayköylülerin yazdıkları (hani el kameralarıyla çekmişlerdi ya) bir roman gibi de alınabilir herhalde Sığınak. Öyle ya, siz de dile getiriyorsunuz bir sorunuzda, Sarayköy’ün Sığınak‘ta “başlıbaşına bir roman kişisi olarak” çıktığını… Bu durum, Kerim’in Sığınak‘ı yazma kararlılığını değiştirecek değil elbette, zaten sizin de vurguladığınız gibi “romanında neyi anlatacağını, nasıl anlatacağını” kararlaştırmış durumda o. Ama istiyorum ki, bununla ilgili bir koyma, dayatma içine girmeyeyim ben kendi payıma. Alımlayıcı, Sığınak‘ın yazımını kime, neye bağlayacaksa gönlünce kurabilsin ilişkiyi…

Ama bu yönde bir küçük kapı aralığı da var, değil mi? İşte o tümceye geliyorum: “Romancının mutfağına göz atmaya çalışın, hiç değilse bir kezcik olsun yapın bunu yaşamınızda, göreceksiniz ne büyük mutluluktur o!” Bu tümceyi kullanıp kullanmamakta uzun süre kararsız kaldım… Çünkü uçları açıkta duran bir tümceydi bu, üstelik nahif göndermeleri de vardı. Kerim’e neden bunu söyletme gereği duydum peki? Okuru, bu bölümcede kışkırtmak istedim… Yazı serüveni sürerken, onu bir de yazar olarak buyur etmek, onun bu yazıma katılmasını sağlamak, kendisini yeni yeni okumalara uçurmak için… Bilmem bir işlevi oldu mu?

º Kitabın en etkileyici bölümlerinden biri İsmet İnönü Lisesi’ndeki tören. Ve şenlik sona erip herkes gittikten sonra Ülkü’yle Gülümser’in iyice ıslanmış Aysel’le Ercan’ı arabaya alıp eve dönüşleri. Çehov’a gönderme…

Beni uyutup bir yabancı yazar adı vermem için konuştursalar, herhalde ağzımdan çıkacak ilk ad Çehov olurdu… Çehov’a ayrı bir düşkünlüğüm olduğunu söylemekte bir sakınca görmüyorum. Ne zaman öyküsünü okusam gözlerim dolar, oyunlarında ağlarım zaten… Ancak Sığınak‘ta, hiç işlevi yokken, salt bir selam göndermek amacıyla söz etmiş değilim ondan. Bunu Çehov kadar adından söz ettiğim Epiktetos ya da Kafka için de, adını vermediğim Shakespeare için de dile getirmiş olayım… Yukarıda değindik ya romanın tiyatrosal yanına, Çehov işte bunu bütünlüyor… Çünkü Vişne Bahçesi de, Üç Kızkardeş de Sığınak‘ta anlatılanların üzerini bir tül gibi örtebiliyor… O zaman böyle bir sonun çok yakışacağını düşündüm romana. Dünya tiyatrosunun bu büyük ustasıyla perdeyi kapatayım istedim. Ama yine de son sözü Epiktetos’un ağzındanmış gibi yansıtmaktan da kendimi alamadım: “Aramak, bulmaktan iyidir efendim!”

Sanırım Sığınak, aynı zamanda bir arayış romanı da… İster kent arayışı deyin buna, ister birey arayışı…