Bursa’nın Nâzım’ı Üzerine Süreyya Köle

“BURSA’NIN NÂZIM’I” BELGESELİ ÜZERİNE…

1951 senesinde Nazım Hikmet’in Sovyetler Birliği’ne gelmesinden birkaç ay sonra, Moskovalı genç bir kadın gazeteci, bir fırsatla ona hayretini bildirir. Fikrine göre, Nazım Hikmet’in görünüşü ve davranışı fazla ağır başlı değildir. Şair buna gücenir. “Acaba beni herkes neden bir nevi kahraman görmek istiyor? Ben kusurlarımla, meziyetlerimle normal bir insanım. Siz insanların bana olan sevgisinden bahsediyorsunuz ve diyorsunuz ki bu sevgi ağırbaşlı olmamı icap ettirir, bence böyle bir sevgi insanların bana değil, bende görmek istedikleri kimseye, yani kendi hayallerine duydukları sevgidir.”(*)

İşte, tam da bu karmaşaya son veren bir mesajla çıkar “Bursa’nın Nazım’ı” karşımıza. Nazım Hikmet’in belki de öteden beri özlemini duyduğu bir eksikliği gideren, insanların doğrudan“insan” Nazım Hikmet’e olan sevgisini gösteren bir belgesel olarak; öyle ki kameraya konuşan her bir kişinin, söz birliği etmişçesine “Çok iyi bir insandı” demesiyle.

Sadık Aslankara’nın metin yazarlığını ve yönetmenliğini yaptığı belgesel,bir yandan Nazım Hikmet’in yaşamının önemli bir kesitine ışık tutarken, diğer yandan bahse konuyaşam öyküsüne hiç de yabancı olmayanlardazengin çağrışımlarayol açmakta.

Mesela kediler… 11 yıl Bursa Cezaevi’nde yatan Nazım Hikmet’in, karısı Piraye ile buluşma adresi olan Servinaz Otel’in, temsili de olsa, yeşillikler içindeki bahçesini mesken tutmuş kediler, bakın, hangi yaşanmışlığı akıllara düşürmekte.

Nazım, on dört yaşındadır, annesi Celile Hanım’a hayranlık besleyen, hatta izdivaç teklifinde bulunan Yahya Kemal’e, kedi hakkındaki bir şiirini okur. Kedinin adımlarını bir tüyün yumuşaklığına, çevikliğini bir silah atışına benzetiyordur. Yahya Kemal birden “Bana bu kediyi gösterebilir misin?” der.  Nazım utanarak da olsa birkaç gün sonra, kendisine ilham kaynağı olan, kızkardeşi Samiye’nin kedisini getirir. Bu, zavallı, tüyleri dökülmüş, bir kulağı yarık, kürkü top top olmuş bir yaratıktır. Yahya Kemal “Harikulade!” diye bağırır, “Muhayyileniz bakiye lâyık. İtiraz etmezseniz sizinle hususi bir şekilde meşgul olacağım.”(*)

Nazım’ın kedilerle ilişkisi bu hikâyeyle sınırlı kalmaz elbette. Onu kimi zaman bir kediyle poz vermiş görürüz; kimi zamansa alıp şiirinde başköşeye oturttuğunu; tıpkı Masalların Masalı’nda olduğu gibi…

“Su başında durmuşuz,

çınar, ben, kedi, bir de güneş.

Suda suretimiz çıkıyor,

çınarın, benim, kedinin, bir de güneşin.

Suyun şavkı vuruyor bize,

Çınara, bana, kediye bir de güneşe.”

Durum bu iken “Bursa’nın Nazım’ı”nda kedilere çokça yer verilmesi gerçekte o kadar karşılığı olan bir ayrıntı ki izleyenin içinde sıcacık duygular uyandıran.

Belgeselde bugün dahi pek çok kişiye örnek oluşturabilecek bir duruma tanıklık ederiz; Nazım Hikmet’in cezaevinde bile emeğiyle, alın teriyle parasını kazanma çabasına. Olaya bu çerçeveden bakınca, Nazım Hikmet’i çoğu yönüyle rol model kabul edenlerin “Patron emrine giremem” gibi bir gerekçeyle emeğini ortaya koymaktan, çalışmaktan kaçınması son derece ironiktir aslında. Hoş, bu konuda Nazım da dalga geçer kendiyle ya…

Nazım, dokumacılıktan oluşan kazancı kuruşu kuruşuna hesap edip paranın dağıtımına geçince, mahkûm Ertuğrul, “Gördün mü ya, insan işte böyle kapitalist oluyor,” der. Lafa Raşit (Orhan Kemal) de karışır:

“Fikirlerin artık yabana atıldı. Artık hayır kalmadı senden!”

Nazım bıyık altından gülerek:

“Evet, doğrusu da bu maalesef. Artık benden hayır beklemeyin. Beş para etmem ben artık.” (*)

Nazım’ın Bursa Cezaevi’ndeki dokumacılığı yalnızca kendisine değil başka mahkûmlara da bir gelir kapısı oluşturmuş,zaman içinde onları birer zanaatkâr haline getirmiştir.Aslında bu bir yanıyla Nazım Hikmet’in dünya görüşünün pratiğe yansıyış biçimidir; onu diğer mahkûmların gözünde her geçen gün daha da değerli kılan, arkasından kendisine “Baba” denilmesine yol açan… Hele de kazancın ne denli adil paylaştırıldığına tanıklık edildikçe.

Bu durum “O iyi bir adamdı” olarak gösterir belgeselde kendini, öteden beri getirilen her türlü inanç ve düşünce biçiminden uzak, yaşamın içinden gelen pratikle oluşmuştur o “iyi”; en doğal koşulların ürünü olarak…

“İçeride gülü, bahçeyi düşünmek fena

dağları deryaları düşünmek iyi.

Durup dinlenmeden okumayı yazmayı,

bir de dokumacılığı tavsiye ederim sana,

bir de ayna dökmeyi.”

Yalnızca bu şiiriyle mi sınırlı kalır, Nazım’ın “Yarin yanağından gayrı” ne varsa paylaşmaktan sonuna kadar kaçınmayan hali? İlle de bilgiyi ve tecrübeyi…

Nazım’ın, adamakıllı eğitmenliğe soyunmuş olduğunu gösterir bizebelgesel; türlü suçla cezaevine girmiş, öğrenim görmemiş, tarla bahçe işlerini saymazsak, elinde bir mesleği olmayan, günlük yaşama ilişkin bazı eğitimleri eksik bırakılmış kimselerin yol göstericisi olduğunu…

İdeolojisi gereği Tanrı ile ilişkisi mesafelidir (!) Nazım’ın. Ancak bu inanca sahip olana da saygısını eksik etmez. Bir gün tuvalete gidilen koridor üzerinde namaz kılan bir mahkûmu uyarır. Aynı yerde namaz kılmaya devam ederse hastalık kapabileceğini, kendi odasına gelip, daha temiz koşullarda namaz kılabileceğini söyler. Bu konunun muhatabı olan kişinin sonrasında Nazım Hikmet’e sempati duymaması, saygı göstermemesi mümkün mü? Ve elbette bu duyguyu ailesi üzerinden bugünlere taşımaması? Onun içindir, belgeselde bu olayı anlatan kişinin gözlerinden ve dilinden taşan anlam o kadar sahicidir ki…

Adını anmadan geçemeyeceğimiz bir isim de cezaevi müdürü Hasan Tahsin Akıncı, kuşkusuz; Nazım Hikmetle birlikte Bursa Cezaevi’nde yatan tüm mahkûmların en büyük kazancı olan. Öyle ki Nazım’ın cezaevinden kaçırılması planından, Tahsin Bey zarar görür, diye vazgeçilir.

Hasan Tahsin Akıncı’nın ailesi, bu ilişkinin bedelini geçmişte çokça ödediklerini, çoğu zaman kendilerini saklamak durumunda kaldıklarını, oysa bugüne gelindiğinde, dedelerinin Nazım’la olan dostluğunun açık gururunu yaşadıklarını söyler kameralara; yüzlerinde pırıltılı bir aydınlık…

Konu Nazım Hikmet’se ve siz onun her yönüyle ciddi bir seveniiseniz, onu daha yakından tanımak adına, hep daha fazlasını istemekten kendinizi alıkoyamayacağınız açıktır; bu anlamda sürekli bir “keşke”nizin olacağı.

Tam da bu noktada, Nazım Hikmet, karşısındaki araştırmacıya o kadar zengin olanaklar sağlayan bir şair ve dava adamıdır ki…Bir konu başlığı seçmeniz ve onun üzerinden ilerlemeniz koşuluyla elbette; yoksa anlatmak istediğiniz, konunun özeti olmaktan öteye geçemeyecektir hiçbir zaman.

“Bursa’nın Nazm’ı” bu anlamda izleğiyleson derece isabetli bir seçimdir aslında; olaya“Nazım’ın Bursa Cezaevi günleri” temelinde yaklaşan, “Her şey dâhil” mantığından uzak, bilinçli bir tercih…

Belgeselle ilgili söylenmezse haksızlık olacak bir konu da belgesel boyunca sizi sarıp sarmalayan yeşilin o binbir tonu; “Yeşil Bursa” imgesinin gözleriniz önünde müthiş bir görsel şölene dönüşmesi…

Kırk beş dakikalık belgesel bittiğinde, “Keşke daha uzun çekebilselerdi, keşke daha çok kişiyi konuşturabilselerdi,” duygusu bir yana, Bursa Cezaevi’nin avlusunda volta atan Nazım’ı getiriyorum gözümün önüne; üzerine çevrilmiş bakışların sahibi o iki mahkûmu:

“Şunu görüyor musun? O hani duvar dibinde aşağı yukarı dolaşan. İsmi tarihe geçmiş onun diyorlar.”

“Elbette geçer. Herif kafalı, okumuş.”

“Şeytan kulağıma diyor ki onu öldür. İnsan öldüreceksen bunun gibilerini öldüreceksin. Biz insanı odun yararcasına vuruyoruz. Hâlbuki bu herifi temizlesek gazeteler yazar, şanımız şerefimiz tarihe geçer.”

“Aman kardeş be ne diyorsun? O Baba Nazım be! Hiç ona el kaldırılır mı?(*)

(*) Anekdotlar: Nazım’ın Çilesi (Rady Fish- Ararat Yayınevi-1969 baskısı)