DENEME-ELEŞTİRİ; M.S.Aslankara; ÖYKÜMÜZÜN CUMHURİYETE BORCU

ÖYKÜMÜZÜN CUMHURİYETE BORCU

M.Sadık Aslankara

Bu topraklarda yaşayıp da cumhuriyete borcu olmayan var mı?

Bireye, yanı sıra topluma dönük getirdiği özgürlük, kişinin gelişimi yönünde sunduğu her türlü katkı, kazandırdığı haklar, insanımızın kendi gerçekliğini yaşaması için sunduğu zengin olanak, yeni bir çağa doğru açtığı kapı düşünüldüğünde tüm yurttaşların, her birimizin elbette borcu var cumhuriyete, bunun için ne söylenebilirse, nasıl söylemek gerekirse artık.

Özellikle çocuklara, gençlere ayrımsız destek vermesi, eğitim-öğretimde fırsat eşitliği sunması, kadın varlığa, bunu yaşabileceği olanak sağlaması, benzer daha nicesi ortadayken bunlara gerek kalmadan “cumhuriyet”in adından söz edildiği an duygulanmaması elde mi insanın, hele yüzüncü yaşında onun?

Bu arada bütün sanat alanlarının, dalları, türleriyle başlı başına cumhuriyete borcu bulunduğu da anımsanabilir tabii, öykümüzün de elbet.

Bir aydınlanma türevi olan öykü sanatımızda ufkun, öyküleme sanatında alınan bu yolun cumhuriyetle belirginleştiğini, böylelikle öykücülüğümüzün tam anlamıyla yörüngesine oturduğunu, yanı sıra her bir öykücümüzün de bu anlamda cumhuriyete “borçlu” yazıldığını söyleyebiliriz gönül rahatlığıyla. 

1928 sonrası, özellikle 1932’de Halkevlerinin kurulup bütün yurda yayılışıyla ülkede büyük bir basım-yayım etkinliği başladı. Halkevlerinin yayımladığı dergiler kadar pek çok ilde kurulan basımevleri yoğun bir kitap-dergi yayını başlattı.

Bunlar arasında Ankara’da Halkevleri Genel Merkezinin dergisi Ülkü’yü, İzmir Halkevinin dergisi Fikirler’i özellikle anmak gerekiyor. Elbette hiç kuşkusuz öteki kentlerdeki Halkevi dergileri de büyük, çok önemli katkılar sağladı öykücülüğümüze. Her öykü, cumhuriyetin âdeta bir tür yurttaşlık bildirisi halinde topluma yayıldı, bu yolla yazanı, okuyanıyla yüksek bir öykü toplumu yaratılması fırsatı değerlendirilirken, öte yandan yayımlanan ürünler aracılığıyla öykü sanatına dönük biçemsel deneyimlerle arayışlar da dikkat çekici düzeyde tırmanışa geçti.

Bu gelişmelerin sonucunda öykücülüğümüz, cumhuriyetimizin ilk on yılında 1930’larda büyük bir dalga halinde yükselerek ilk bayrağını açmış oldu. Derken 40’lara ulanan evrenin büyük atağı sonrasında 1950 Kuşağı öykücüleri aracılığıyla yeni bir atak daha yaşandı, öykümüz bu büyük patlamayla taçlandı.

Varlık dergisinden sonra 1951’de Atatürk’ün Türk Dil Kurumunca yayımlanan Türk Dili’nin de alana katılışıyla öykücülüğümüz, ileriye doğru hep arayışlarla örülü bir gelişme çizgisini izleyip bu yolculuğunu daha da sarsılmaz biçimde sürdürdü, gün gün yükselerek yol aldı. Yine bu süreçte yayımlanmaya başlayan Yeditepe, Hisar, Yeni Dergi, Papirüs vb. öteki dergilerle Türk öykücülüğü, neredeyse tartışılmaz bir güce ulaştı.

2000’leri de eklediğimizde, Kemal Gündüzalp, öykücülüğümüzün yuvarlamayla 170 yıllık tarihi boyunca bugüne dek toplam olarak 4.156 yazarın öykü kitabı yayımladığını vurguluyor. Bu sayıyı küçümsemek olası mı? Bütün bunlar, hiç kuşku yok ki cumhuriyetin, insanımızı bireyleştiren gücüyle ortaya çıktı ve cumhuriyetin sağladığı olanaklarla yurttaşlar, öykülerde geçen sıradan birer “küçük insan” da olsalar sonuçta kendi “özgür hikâye”lerine kavuştu.

Bu olgu, bir başka deyişle herkesin kendi kişisel öyküsüne kavuştuğunu, bir tebaanın uyarı olmaktan çıkıp kendi yarattığı öykünün insanına dönüştüğünü, üstelik birbirinin öykülerini de paylaşır, yayar hale geldiğini ele veriyor aynı zamanda. Demek ki geçmişten günümüze, bugünden geleceğe uzanan çizgide öykücülüğümüzün çarpıcı bir gelişim sergilediği ortada. Bunlarda cumhuriyetin katkısını görmemek elde mi?

Demek ki cumhuriyet, aynı zamanda öykümüzün ulaştığı bugünkü düzeyin ana dayanağı. Yaşanan özgürlük ortamı, öykünün yayılma olanakları bir yana, köylüsü kentlisi, kadını erkeği, yaşlısı genciyle her kesimden yurttaş / birey eğer günümüzde öykü yazabiliyor, yazdıklarını paylaşırken başkalarınca yazılmış öykülerle buluşabiliyor, bu doğrultuda yazan-okuyan olarak ortaklık kurup alanda geçirgenlik sağlayabiliyorsa bunlar hep cumhuriyetin sayesinde.

Gelin biraz daha yakından bakalım konuya.

Osmanlı’da doğup ölen öykücülerimiz yanında Osmanlı’da dünyaya gelip ilk verimlerini yine bu evrede sunan, yaşamını cumhuriyette sürdürüp hayattan kopanlar da var. Hüseyin Rahmi’yi, Halit Ziya’yı, Reşat Nuri’yi bir tarafa bırakalım cumhuriyetle hiç tanışmamış olan Ahmet Mithat, Ömer Seyfettin bile yaygın tanınırlığa Osmanlı döneminde değil ama cumhuriyetle kavuşmadı mı?

Gerçekten bu yazarların tümü Osmanlı’dakiyle karşılaştırılamayacak oranda yaygınlığa, okunurluğa sahip bugün cumhuriyetin sağladığı olanaklarla.

Öykü, roman, bir aydınlanma yaşanmadan da kaleme alınabilir. Nitekim yoğun baskı dönemlerinde özgürlüklerin kısıtlandığı, her türlü düşüncenin, eylemin raptı zapt altına alındığı ya da alınmaya çalışıldığı koyu karanlık dönemlerde nice değerli öykü-roman kaleme getirilebildiğini biliyoruz, böyle yapıtların yazılabildiği bilgisi, bu gerçekliği apaçık ortaya koyuyor.

Bilimde erken buluşlar olgusuna benzer biçimde sanatta da “erken” olarak nitelenebilecek çağlarda kaleme alınan öykü-romanlarla karşılaşılabilir pekâlâ.

Ne var ki bu yapıtların verimlenişi kadar okur tarafından alımlanışı da büyük önem taşıyor, hatta denebilir ki sanat yapıtı, kendi özgül ağırlığına görece ancak bu nitelikte okur kesiminin alımlamasıyla kavuşuyor.

Aklın apaçık özgürleştiği böyle bir çağın hendesesinden geçmiş birey çoğulluğu yoksa eğer, yazılan öykülerle romanları kim nasıl karşılar, bu soru da ortada öylece kalakalacaktır. Öyle ya, öykü-roman, aydınlanma sanatı yapıtlar olarak bu okur kesiminin, metni yeniden kurmasını bekleyecektir kaçınılmaz biçimde.

Aydınlanma çağıyla öngörülen okur-yazar etkileşimi yaşanmadan, bu zincirleme etkileşimin diyalektik yansıması ortaya çıkmadan öykü-roman herhangi yapıtın buna dönük bireysel-toplumsal işlevinden söz edebilmek güçleşmeyecek midir?

Bizden bir-iki örnekle sürdüreyim.

Öykücülüğümüzün ilk önemli adı Ahmet Mithat, kuşkusuz hikâyeler yazıyordu ama onu kim anlıyordu, hangi okurda karşılık buluyordu ve kitlesel anlamda kaç okurla karşılıklı bir etkileşim kurup birlikte yol alabilmişlerdi aynı bir öyküde? Gerçekten Ahmet Mithat, kendi zamanında değil yüz elli yıl sonra, bugün daha çok tanınıyor, okunuyor öyküleriyle.

Bu kadar geriye gitmeyelim.

Oğuz Atay, yuvarlamayla elli yıl önce ilk verimleriyle ortaya çıktığında o da etkileşime yol açmış değildi pek, ama yapıtlarıyla günümüz 1990 Kuşağına giren hemen bütün öykücü-romancıların öncü yazarı olarak toplumda tam anlamıyla bir karşılık bulabildi günümüzde. Bunu cumhuriyetin sağladığı özgür toplumun düşünsel yönelişlerindeki değişkenlikle açıklamak olanaklı. Tıpkı Mustafa Kemal’e, Nâzım Hikmet’e, Deniz Gezmiş’e, Yılmaz Güney’e vb. bakışın dönemlere göre değişen algılanış biçimlerinde gözlendiğince.

Tüm örnekleri bir araya getiren cumhuriyet hiç kuşkusuz.

Somut iki örnek de Halkevleriyle Köy Enstitülerinden olsun.

1930’larda başlayıp 1970’lere dek yaklaşık kırk yıl boyunca yoğun etkimeyle cumhuriyet tarihine damga vuran bu iki olgu, salt eğitim bağlamında değil yazınsal açıdan da üzerinde durulmayı hak ediyor. Çünkü kendileri de şiir, öykü, roman vb. yazınsal türlerde kalem oynatabilen, ama daha çok yazarlarca kaleme getirilen öykü-roman karşısında hemen etkileşim zinciri oluşturup bunu geniş bir halkanın içine katan on binlerce Halkevcinin, Köy Enstitülünün varlığı, cumhuriyetle yaşanan aydınlanma devriminin bir sonucu kuşkusuz.

Halkevciler 1930’lardan başlayıp 1950’lere, Köy Enstitülülerse 1950’lerden 1970 başlarına uzanan evrede, bir yandan öykü okuru olarak öte yandan her biri yazınsal türlerde kalem oynatan, hiç değilse bir iki öykü karalamış kişiler olarak bu süreçte etkin rol üstlendiler. Köy Enstitüsü kökenli usta yazarlara gelmeden söylüyorum bunları.

Bütün bu kitlesel okur kesimleri, aydınlanmanın öykü düzlemindeki katkısıyla somut birer örneğe dönüştü, canlı tanıklar halinde cumhuriyetin öyküye dönük bireysel-toplumsal işlevinin göstereni oldu.

Bu yüzden Ahmet Mithat, kendi yaşadığı Osmanlı toplumunun tebaa yaşamı süren insanıyla değil, cumhuriyetin yurttaş haline getirdiği aydınlanmış birey tarafından daha derinden tanınıp kavranıyor, yerli yerine oturtulabiliyor.

Aydınlanmış okur ortaya çıkmadan da siz, bireysel çabanız, aydınlanmış yazar yanınızla öykü yazabilirsiniz. Ama bu metinlerin okuru olmazsa, yazdıklarınız herhangi işlevsel değer taşımayabilir yine de.

 Günümüzde öykünün binler, yüz binlerle ifade edilebilecek okuru varsa eğer, biz bunu öykü okuru varlığına borçluyuz aynı zamanda. Eğer öykümüz, öykücülüğümüz her geçen gün gelişip daha daha yüksek düzey sergiliyorsa, okuru yazarıyla bunu cumhuriyete borçluyuz diyebiliriz gönül rahatlığıyla.

Cumhuriyet, yarattığı aydınlanmayla yalnız öykü yazarını değil, eylemli hale getirdiği öykü okurundaki, yanı sıra okur-yazar alışverişindeki düzeyi de alabildiğine yükselti, paylaşılan veriler, bu olguyu apaçık doğruluyor.

O halde cumhuriyet, kimsesizler denli öykücülüğümüzün de kimsesi! Bu anlamda öykü yazarının, öykü okurunun, öykü kitabının, öykü dergisinin, tüm öykü etkinlikleriyle eylemlerinin de kimsesi yani.

“Okurluk”, “yazarlık”, ister tek sözcük halinde “okuryazar” karşılığında kullanılsın isterse “okur” veya “yazar” denilerek farklı sözcükler bağlamında alınsın birbiriyle iç içe, anlamdaş düzlemde değerlendirilebilir yine de.

Demek ki iyi okurun, iyi yazarın birbirini üretmesi, üretirken toplumu da ileriye taşıması olanaklı. İşte o zaman düzeyli, iyi, güzel bir topluma ulaşılacağı anlamına da gelecektir bu. Çünkü cumhuriyetimiz, gerçekten öykümüzün okur pınarı aynı zamanda.

Öykü sanatı açısından baktığımızda bu olguyu “öykü toplumu” hedefinde temel taşın yerine konuşu olarak alabiliriz. İşte o zaman iyi öyküde buluşan bir “öykü toplumu” gerçekliği, ağır ağır ilerlemeye koyulacaktır ülkede.

Bu, tüm toplumun geçirdiği muazzam bir değişim ve dönüşüm bağlamında özetlenmeli. “Anadolu Aydınlanması” olarak anılan olgu da bütün bunların öykülemesi zaten. “Hikâyesi olan insan”, aydınlanmayla ortaya çıktı, merkezi otoritenin raptı zapt altına aldığı insanın duygu-düşüncesi belki ilk olarak bu öyküler yoluyla çimlendi, yeşerip tuttu, serpildi, alabildiğine yayıldı. Günümüzde insanların, çocuklarına “öykü” adını vermesi bile bu anlamda somut, güzel bir örnek.

Üstelik toplumda artık herkes, kaleme sarılmış durumda, herkes kendi hikâyesini yaratıp bunu yazıyor, birbirinin yarattığı, yazdığı öyküleri okuyor.

Bir ayırıcı yan artık kadınlarımızın da hikâyelerinin olması, hikâyesi olan kadınların yazmaya koyulması. Kadınlar okumuyor salt, yazıyorlar da.

Evet, milyonlarca öykü okuru, günümüzde halk hikâyelerinden geleneksel tatlar alarak beslenseler de modern birer öykü okuru, çağdaş birer öykü yazarı olarak cumhuriyetle birlikte kucak kucağa geleceğin aydınlık yıllarına akıyor.

Özetle öykücülüğümüz, kaleme alınan öyküler aracılığıyla cumhuriyeti yazarken, cumhuriyetimiz de öykümüzü biçimlendirmeyi, etkilemeyi, onun önünü açmayı sürdürüyor.

 

İki yıl oldu, masamda “Cumhuriyetin Yüzyılında Türk Öykücülüğü” gibi bir başlıkla görece kapsamlı, ayrıntılı bir çalışma yürütüyorum diyebilirim.

Söz konusu çalışmayı tamamladığımda gerek öykü okuru-yazarı gerekse öykü sanatımız üzerinde yoğun kalem oynatan biri olarak belki ben de cumhuriyete borcumun hiç değilse bir kısmını ödeyebilirim gibi umut taşıyorum.

Evet, hepimiz borçluyuz cumhuriyete.

Bu borç Mustafa Kemal Atatürk’e aynı zamanda.

Öykücüyseniz hele, yüreğinizde duymalısınız bu borcu.

(Cumhuriyetimizin 100. Yılında Türkçeyle Direnmek [Hazırlayan Ertuğrul Özüaydın, Dil Derneği yayımları; Ankara 2023]  adlı kitapta yer alan yazarımızın aynı başlıktaki yazısından derneğin onayıyla alınıp yayımlanmıştır.)