HANYA VANYA…
M.Sadık Aslankara
Türkçenin güzel deyişlerinden biri de “Hanya’yı Konya’yı anlamak” ya da “Dünyanın kaç bucak olduğunu öğrenmek” deyimi. Ömer Asım Aksoy, Deyimler Sözlüğü’nde bunun karşılığında şu açılımı getiriyor: “Dünyada neler; ne gibi güçlükler olduğunu, ne gibi dalavereler çevrildiğini, insanın başına neler gelebileceğini öğrenmek.”
Peki ne dersiniz, sevgili Çehov’un sevgili “Vanya Dayı”sı dünyanın kaç bucak olduğunu öğrenebildi mi acaba Vanya Dayı adlı oyunun sonunda?
Tiyatro Stüdyosu’nun Ataol Behramoğlu’nun Türkçesi, Ahmet Levendoğlu’nun yönetimiyle sergilediği Vanya Dayı adlı oyun, bunun yanıtını arıyor değil elbette; ama hem bu soruyu hem de pek çok soruyu çalkalandırıp duruyor zihnimizde.
Nasıl bir tiyatro bu?
Deyiş yerindeyse, “sessiz tiyatro” demek geliyor içimden Çehov oyunları için… Ne demek istiyorum? Anlatmayan, ama bütün olup biteni bize kurduran, sonra da seyirci olarak kurduğumuz bu oyunun koridorlarında bizi dolaştıran, anlam katmanları arasında koşturmamıza yol açan bir tiyatro…
Çehov oyunlarının gidenlerle kalanlar arasında bir arafı anlattığı, gidenlerin ya da kalanların evreni üzerine değil, ama araftaki bulanıklığa dayalı olarak bu evreni yapılandırdığı düşünülebilir.
Sonrasında zehir gibi keskin bir taşra bungunluğu gelecektir önümüze. Özlemler, umutlar arasında geçip giden yaşamlarını bir anda ayırt ediveren, âdeta iplikle hayata bağlı insanlar, bir türlü yaşanamamış aşklar…
O zaman elbette bir acı, vuruk, hatta bir ölçüde yarılma gelip yapışacaktır oyun kişilerinin boynuna, hatta sonrasında kaçınılamaz bir yazgı gibi yayılıp boyunlarına kement olarak dolanacaktır bu…
Ahmet Levendoğlu’nun yönetiminde bütün bunlar, Çehov tiyatrosunun doğruları içinde, yalın, ama aynı zamanda yeğin birer yapıtaşı olarak karşımıza geliyor. Tiyatro Stüdyosu’nun birbirine uyarlanmış, birbirini bütünleyen, tiyatro yapma isteği aynı paydada buluşturulmuş kadrosunun kavrayışıyla…
Sözgelimi Efter Tunç’un bir yanıyla dramatik öte yanıyla göstermeci-açık sahne tasarımıyla giysi düzenlemesinden tutun da F.Kemal Yiğitcan’ın oyunu yatıştıran ışık tasarımına, Çiğdem Erken’in tüm oyunu bir tülle sararcasına kuşatan müzik biçimlendirmesine uzanan, oyun evreninin yalınlık içinde seyirciye geçmesini sağlayan çalışmasını görmemek olası mı?
Ya Mehmet Ali Kaptanlar’ın parmak ısırtan Vanya Dayı yorumuna ne demeli? Bir tragedik yıkılışın ölüm çökeltisiyle bunun vuruğunu yiyen bir yüreğin acınası ironisi ancak böyle bir ustalıkla sergilenebilir herhalde ip üzerinde yürüdüğünün bilincindeki bir tiyatro oyuncusu tarafından… Üstelik Slavlıktan kayıyormuş da usulcacık bir doğululuk perdesi aralıyormuş gibi yaparak başarıyor bunu Kaptanlar.
Sonya’da, Vanya Dayı’nın yeğeninde Defne Gürmen Üstün de Kaptanlar’la uyumlu, ama bu arada hem onunla örtüşen hem çatışan, sonra sabırla, üzeri hep çalışılarak örtülmüş halde özel yaşamdan vazgeçilerek sergilenen kan kustum kızılcık şerbeti içtim özverisi yorumuyla bu nefis ikilinin öteki dayanağını oluşturuyor.
Gülsen Tuncer’in, Vural Buldu’nun, Serda Kondeler Aktuna’nın yansıtımda hiçbir eksik bırakmadan yorumladıkları rolleri için de dile getirilebilir böylesi bir öne sürüş. Her ayrıntının incecik vurgularla, satır arası sezdirimlerle yansıtıldığı bu oyunculuklarla âdeta şenleniyor sahne.
Gelelim bir başka üçlüye; doktorda Emrah Elçiboğa’ya, profesörde Metin Beyen’e, karısında Ezgi Bakışkan’a…
Oyunda birbiri içine giren pek çok halkadan ikisine, dayı ile yeğene ve yurtluktaki öteki üç sakinin hem birbirinden kopuk hem iç içe oluşturduğu halkaya değindim. Oyunun önemli üçlüsünden oluşan bu öteki halka da ince, duyarlı bir denge üzerine oturtulmak zorunda değil mi? İşte bu noktada öteki halkalardaki yansıtımla birebir örtüşmeyen bir konum algılanıyor dışarıdan bakıldığında bir çalım.
Üç oyuncunun belki doğru bir yorumla kendi vurukları, sanrıları, yanılsamalarıyla bir cenneti ya da cinneti yansıttıkları savlanabilir elbette. Ama o zaman da profesörün yalıtılmış bir dünyada tükenmemek için, doktorun tüketilen bir dünyada insan kalabilmek için, profesörün karısının da onca yalnızlık ortasında ayakta durabilmek için sürdürdüğü çabanın yansıtımı da bir zorunluluk olarak çıkmıyor mu ortaya?
Çehov’un sessiz fırtınası Vanya Dayı’yı, Çehov’a yakışan bir tutarlılık, aynı zamanda yalınlık, öte yandan dolulukla yorumlamayı, bütün bunları tam anlamıyla bir sahne plastiğine dönüştürmeyi başarmış olan Ahmet Levendoğlu’na teşekkür borçluyuz kanımca. Bunu yirmi yaşına basmış bir özel tiyatro topluluğuyla başarmaya çalışmak öylesine “özel” bir yücelik ki…
O halde iş seyircide. O da var olduğunu gösterebilmeli. Yalnız eklemem gerek; “gerçek” bir Çehov oyunu izleyeceğinin bilinciyle doldurmalı salonu seyirci…