Hep Birlikte Soldan Çıkmak ya da Çıkamamak…

HEP BİRLİKTE SOLDAN ÇIKMAK YA DA ÇIKAMAMAK…

M.Sadık Aslankara

İstanbul Devlet Tiyatrosu’nun bu mevsim sergilemeye koyulduğu, Kerem Kurdoğlu’nun yazdığı, Celal Kadri Kınoğlu’nun yönettiği Ve Hep Birlikte Soldan Çıkarlar, kimi açılardan üzerinde durulması, ötesinde tartışılması gereken bir oyun olarak görünüyor…

Oyunu izleyen kimi seyircilerle oyun üzerine kronik vb. kaleme alan yazarlar katılmayabilir bu yargıma. Ne var ki, onların öne sürecekleri gerekçelerin neler olacağını-olduğunu tam olarak kestirememekle birlikte bir iki not halinde olası burun kıvırmalara değinerek hangi nedenlerle bu oyuna yer açmak gerektiği üzerinde duracağım…

Bunun için de ilkönce iki satırcık olsun oyunun konusunu özetlemek gerekiyor… Bir televizyon kanalında yayımlanan “reality show” programının sunucuları, birden bir muhabirlerinden kendilerine ulaşan “Bill Gates’in azımsanmayacak süreden bu yana ortalıkta görünmediği” yönünde basına yansıyan bir haberle şaşkına dönerler, programın akışını değiştirerek olayı deşmeye karar verirler, çok farklı ülkelerle kentlerdeki muhabirlerini de işe koşarak gerçeği ortaya çıkarmak amacıyla kolları sıvarlar.

Canlı bağlantılarla, doğrudan bir televizyon programı izleniyormuş havasının yaratıldığı, bu amaç doğrultusunda seyircinin de tiyatro salonuna değil âdeta çekime davet edilmişlik duygusu içinde stüdyoya alındığı izleniminin verildiği bir oyunla karşı karşıya kalınacağı unutulmamalı o halde.

İstanbul Devlet Tiyatrosu Müdürü Şakir Gürzumar, 2011-12 oyunlarını değerlendirdiği sunuş yazısında, söz konusu oyunun, “medya, ‘reality show’ ve uluslararası bir kumpas vasıtasıyla neoliberalizmin tüm kalelerini yerle bir ed(işi)”ne değinirken yönetmen Celal Kadri Kınoğlu da, “oyundan ziyade; ‘Tiyatro İçin Yazılmış Sahte Belgesel’” nitelemesi getiriyor Ve Hep Birlikte Soldan Çıkarlar için.

Oyunun anlaşılamayabileceği kaygısından olmalı, aynı zamanda, şu vurgusunu da ekliyor Kınoğlu: “…Zekice yazılmış, kaliteli oyunlar okuduğumuzda hem seviniyoruz hem de eyvah diyoruz ‘seyirci anlar mı, sıkılır mı?’…/ “Televizyonlardaki yerli dizilere hapsolmuş zihinler için tiyatronun matematiği, kurgusu, hızı ve derinlikleri artık zorlayıcı oluyor.”

Bu alıntılar, oyunun tanıtmalığından.

Tiyatromuz Yeni Bir Altın Çağa Girerken…

Kınoğlu’nun dile getirdiği, oyunun anlaşılmayabileceği kaygısına katılıyor değilim kendi payıma. Yıllar önce Fethi Naci, romanlardan söz ettiği bir “Eleştiri Günlüğü”nde, yazarın okura güvenmesi gerektiğini belirtmişti. Gerçekten yazarlar değil yalnız, tüm öteki alanların sanatçıları da, sanat nesnesini kimin için, ne için ürettiğinin bilincinde olmak zorunda değil midir? Bu bilinci taşıyan birinin ise karşısındakine güvenmesi gerekmez mi?

Ancak şunu da bellekte tutmak gerekiyor: Her oyunun, ille de seyircinin tümü tarafından eksiksiz biçimde algılanacağı sanılmamalı. Kaldı ki seyircinin algı eşiği, kişiden kişiye değişkenlik de gösterebilir. Öyle ya, popüler kültürün yönlendirmesinde yalnızca zihinsel çitlemeye yatkınlaştırılmış bir seyircinin yaşamda önemli bir gerçeklik olarak önümüzde durduğu unutulmamalı. Burada bir sahne oyununun alımlanışından söz etmiyoruz henüz. Zaten bir hayal olurdu bu. Nasıl ki sanatçının sanat yapıtını-nesnesini halk kitlelerine dönük özdeşleyime dayalı tüketimci yaklaşımla sunması ile yüksek düzeyde soyutlayıma dayalı alımlayıcı yaklaşım çerçevesinde sunması farklı nitelik taşıyorsa seyirci de yapı bakımından buna yatkın bir yarılma gösterir.

Ve Hep Birlikte Soldan Çıkarlar adlı oyun da kendi seyircisini başlangıçta belirlemiş yapıt olmak durumunda bu anlamda. Yani şunu verili koşul olarak bir önkabul gibi alabiliriz pekâlâ: oyun, onu alımlayacak seyirci için yapılmıştır.

Bu, şu anlama da geliyor; her yapıtın, geniş kitleleri bir araya getirecek denli izleyici, seyirci, dinleyici, okuyucu, alımlayıcı vb. toparlamış olması gerekmiyor ille. Örneğin Yunus Emre, Shakespeare hemen her kesim tarafından benimsenmiştir ama, sanatta her verimleyicinin, kendisine böyle bir hedef belirlese de bunu tutturmasının pek de kolay olamayacağı ortada. Bu sayı hep sınırlı kalacaktır. Zaten klasik yapıt söyleminin de, tam bu noktada, bütün kesimlerin ilgi odağına yerleşebilmeyi başarmışlık bağlamında alınması gerekmiyor mu?

Üstelik tiyatromuzda, kim ne derse desin, yeni bir altın çağa girdiğimiz kanısını taşıdığımı söyleyivereyim şuracıkta… Daha önce de birkaç kez bu yönde öne sürüşler savurmuştum, kimi kanıtlara da dayanarak…

Nitekim bu mevsim içinde izlediğim elli dolayındaki oyun, bu doğrultuda düşünceler öne sürmem konusunda biraz daha cesaretlendirip beni, elimi güçlendirdi diyebilirim.

İzlediğim oyunların her birinde eksiksiz gözlemlediğim olgu, seyircinin önemli bölümünü gençlerin oluşturduğu yönünde. Bunların çoğunluğu da kadınlar. Bir kez daha vurgulamış olayım; herhangi alanda gençlik görünmüyor, eleştiri kurumlaşamıyorsa o alan can çekişmese bile varlık göstermekte güçlük çekecek demektir. Tiyatromuz bu bağlamda, yeni bir “altın çağ”ın eşiğinde bana göre. Çünkü bilimcisinden yönetmen, yazar, tasarımcı, oyuncu sanatçısına, genç, erişkin, kadın, erkek seyircisine belirgin düzey sergiliyor kanımca tiyatro sanatımız.

Bana sorulursa, eksik olan eleştirmen tiyatromuzda. Yalnız tiyatromuzda da değil, yazında, resimde, müzikte pek çok alanda eleştirmenin eksikliğini görmemek, duyumsamamak elde değil! Var olanları elimin tersiyle bir yana itiyor değilim elbette; ancak eleştiri kurumunun bir bütün halinde sermaye karşısında kan kaybederek güçlük yaşadığı, gidenlerin yerinin gereğince doldurulamadığı ortada.

Öte yandan üretimlerini sürdürenlerin eleştiriyi tam anlamıyla bir disiplin olarak işletemedikleri de öne sürülebilir. Bu olguyu, eleştirmenlerin kendi aralarında kurdukları, oluşturdukları meslek birliği, dernek, vakıf vb. örgütlenmelerden ayrı tutmak gerekiyor. Çünkü bu yöndeki örgütlenme, eleştirinin kendisini karşılamak anlamına gelmiyor hiçbir zaman. Üniversitelerin de her zaman bilime karşılık gelemediği gibi… Bütün bunlara karşın tiyatromuzun yeni bir altın çağın eşiğinde durduğu da bir başka olgu.

Cince Örüntülenmiş Bir Oyun Dinamiği…

Biz dönelim yine Ve Hep Birlikte Soldan Çıkarlar adlı oyuna, söz konusu altın çağın eşiğinde sergilendiği düşünülebilecek oyunu sağından solundan dürtmeye…

Ne var ki işin başında şunu belirtmek yararlı olacaktır herhalde. Woody Allen, Zelig (1983) adlı filminde, Kerem Kurdoğlu’nun otuz yıl sonra günümüzde yaptığına benzer olağanüstü güzel bir “sahte belgesel” ziyafeti sunmuştu seyirciye. O halde oyunun sahte belgesel olduğu kesin de, iş, bu sahte belgeseli yorumlamaya kalıyor demek ki. Ama başarı da işte tam burada; çünkü Kurdoğlu da Allen gibi sahte belgeselini bir “karşı belgesel” manifestosuna dönüştürebiliyor.

Aşağıda yoruma dönük açıları, dayanakları, eksenleri maddeler halinde ele almaya çalışacağım… Ancak bunlara geçmeden oyunun metinsel, sahnesel iki ayrı açılımı üzerinde durmalıyım önce.

Oyunun metinsel açılımı: Oyun, metin bağlamında toplumlarda kahraman yaratmanın, bunu söylensel düzlemde geliştirmenin toplumbilimsel, ruhbilimsel oluntularını gözler önüne seriyor. Bu çerçevede sahnede ilerleyen anlatının, bir radyo oyunu ya da yazılı metin havası yansıtması çok doğal.

Oyunun sahnesel açılımı: Oyun, sahnede yazarının öngörüsüyle yeni mitleştirmelerin de bin bir televizyon kuruluşuymuş gibi görünmekle birlikte “tek kanal” bağlamında yayın yapan görsel iletişim araçları aracılığıyla geliştirildiğini, ötesinde bu yayınların kendisinin de bir “mitleştirme” olarak önümüze geldiğini gözler önüne seriyor. Bu çerçevede sahnedeki sunumun kendi içinde dönen bir dairesel plastik yaratarak karşımıza gelmesini doğal karşılamak gerekiyor.

Şimdi bu iki zemin üzerine oturan dayanaklar, eksenler üzerine kimi saptamalar getirebiliriz artık:

  1. İnsanoğlu, genetik yapı bağlamında kahraman yaratma konusunda doğal bir yönsemeye sahip olmalı. İnsanın düşünen varlık oluşunun, kahraman yaratmaya yaklaşımını ortadan kaldırmadığı, tersine bunu biçimce dönüştürüp yönettiği de kestirilebilir bu arada.
  2. Bill Gates’den reenkarnasyonel anlamda bir Karl Marx çıkarabilmek, olsa olsa insanın bu yeteneğinin göstergesi olsa gerek. Bu sahte umudun sahte belgeselle örtüşmesini bu bağlamda almak olası. Yazar Kerem Kurdoğlu, işte bu karşı belgesel oyunuyla bize, insanın rasyonel olduğu denli irrasyonel yaratıcılığının da verilerini gösteriyor bir bakıma.
  3. Bütün bu olgular yumağı ile karmaşası, insanoğlunun umuda yönelik bulduğu her çıktıya uzandığını ele veriyor kuşkusuz. Ancak yeni emperyalizmle yeni kapitalizmin, artık bunu iyi bellediği, bu çerçevede insanoğlunun umudunu yönlendirmede de başat rol üstlendiği görülüyor. Bu olgular ortadayken “sol düşünce”nin de yine yeni emperyalizm-yeni kapitalizm tarafından ehlileştirilmek amacıyla kültüre alınacağı açıktır. Oyun, böyle bir olasılığı da seyirciyle paylaşıyor alabildiğine…
  4. Oyun, bir yandan insanın kurmaca yeteneğinin gücünü metin düzleminde yansıtıyor, öte yandan seyircilere oyunun bütünlenmesinde, alımlanmasında kendi kurmaca yetenekleri anımsatılarak bir bakıma kendi yaratıcılıkları kendilerine doğurtuluyor. Böylelikle zincirleme bir tepkimenin önü açılıyor oyunda.
  5. Öte yandan bütün bunlar, geleceğe uzanacağı şimdiden öngörülebilecek teknolojik gelişimle örtüşmeye aday bir estetik kuruluşun ipuçlarını barındırıyor aynı zamanda.

Evet, bir açıdan yönetmen Kınoğlu’nun, seyirciye dönük, “Ya anlamazlarsa?” kaygısının görece belki yerinde olduğu kestirilebilir yine de. Çünkü oyundan sıkılarak çıkan, gerek içerik gerekse biçem bağlamında, bu yaklaşımla uyumlu kendisinden beklenen herhangi üretim sürecine giremeyen seyircinin böyle bir oyunun seyircisi olamayacağı unutulmamalı hiçbir zaman.

Çünkü Ve Hep Birlikte Soldan Çıkarlar, ancak alımlamaya açık sınırlı bir seyircinin oyunu olmaya aday, nitelikli bir çalışma. Bu nedenle değil mi zaten, soldan hep birlikte çıkmak ya da çıkamamak yalnızca onların sorunu oluyor…

(Şubat 2012)