Kül Dergisi Sorularına Yanıt

KÜL ELEŞTİRİ DERGİSİ’NİN SORULARINA
M.SADIK ASLANKARA’NIN YANITI 

            º Özeleştiri kavramı sizde ne çağrıştırıyor; sizce yazar için önceliği olan “eleştiri” mi yoksa “özeleştiri” midir?

Doğrusu size teşekkür etmek gerekir, “özeleştiri”yi tam da böylesi bir zamanda bizlere yeniden anımsattığınız için… 1960’lardaki devrimci yükseliş sürecinde, hele de 1968 dolaylarında pek sık kullanılan bir sözcüktü bu. Galiba yazarlar, bunun siyasal alana özgü bir kavram olduğunu sanıyorlar…

İlkin şu doğruları vurgulayayım bir kez daha: Eleştiri, nesneldir, tarafsızdır, bu bir. Bu nedenle eleştirme eylemi olumluluk ya da olumsuzluk içermez. Çok beğenilen bir romanın eleştirisiyle, hiç beğenilmeyen romanın eleştirisi, eleştiri olmak bakımından aynı değere sahiptir. Beğenilmeyen eleştirilmiş, beğenilen övülmüş değildir, o da eleştirilmiştir. Ne ki bizde bunun tam tersi dile getiriliyor.

İkincisi de şu: Eleştiri, diyalektik bir süreci içerir. Eleştirinin karşısında özeleştiri olmazsa, eleştirilen yapıtın yaratıcısı için eylem buharlaşmış olur. Diyelim bir romanın eleştirisi yayımlandı, yazarı, eğer bunun özeleştirisine girmez, bu yönde bir değişim yaşamazsa eylem kendisi için buharlaşmış olur. Ancak yazınsal eleştiri, yazar kadar, yazardan daha çok okura yöneliktir. Okur, bir alımlayıcı bağlamında okuduğu yazınsal eleştirisinin ardından roman için, okur olarak da özeleştirisine girişebilir, yani yazarın girişmediği eyleme kendisi yönelebilir. Demek ki yazar bundan payını ya da nasibini alsın almasın, yazınsal eleştiri, alımlayıcı aracılığıyla diyalektik işleyiş zincirini kesinlikle tamamlar, bir yerlerde getirilen eleştirinin bir yerlerde gerçekleştirilen özeleştirisiyle süreç kendiliğinden tamamlanmış olur.

Örneğin Fethi Naci’nin benim herhangi bir ürünüm için eleştiri yazması gerekmez, onun bugüne dek yayımladığı eleştirilerini ben zaten okumuşumdur, bir alımlayan olarak da okuduklarımdan kalkarak, hem eleştirisini okuduğum yazar için hem de kendim için bir özeleştiri zinciri kurmuşumdur.

İşte sorun burada düğümleniyor… Yazarlar, bırakalım başkaları için yapılan eleştiriyi, başkalarının ürünlerine bile gönül indirmiyor ne yazık ki… Değil ki oturup da eleştiri okusunlar… Oysa ah bilebilseler, Nurullah Ataç, Berna Moran, Asım Bezirci, Memet Fuat, Vedat Günyol, Fethi Naci, Semih Gümüş, Füsun Akatlı, A.Ömer Türkeş vb. eleştirmenleri okuyan yazarla, okumayan yazarın bir tutulamayacağını; okuyanların yaptığı edebiyatın, okumayanlarınkine oranla çok daha düzeyli hale geleceğini… İşte yazınımız, biraz da bu yüzden “malül”.

            º Türk edebiyatında “eleştiri geleneği”nin yoksunluğundan söz edilir. Ancak yapıt-yazar boyutunda bakıldığında sizce bir “özeleştiri yoksunluğu”ndan da söz edilemez mi?

Bu sorunuza tek bir sözcükle “evet” demek yerinde olacak. Ne ki, Türkiye’nin birkaç yüzlük süzme okurunu, buna hemen ilk halkada ulanabilecek birkaç binlik entelektüel yazın dergisi okurunu, kesinlikle bu “evet”in dışında tutuyorum. Ama ne yazık ki bunların çok büyük bölümü alımlayıcı kitlesi, eh içlerinde birkaç on sayıda dile getirebileceğimiz bir yazar topluluğu da var elbette. Bana sorarsanız, yazınımızın yüzünü ağartan da işte bu çok dar yazar grubu…