LE – Gülseren Engin

 FARKLI  BİR   OKUMA “LE”

GÜLSEREN  ENGİN

Sorularla Dolu Bir Başlangıç:

Okumaya ikinci bölümle başladığımda pek çok soru beliriyor kafamda. Anlatıcının iç sesini belirleyen italik yazılardan biri ilk soru:  “kanı temizleyip yaşantıyı eski haline getirebilir, hiç ama hiç kan dökülmemiş gibi yapabilir misiniz  ortalığı.” Bu tümce romanda kan döküldüğü ipucunu  veriyor. Nasıl olmuş bu?

Ardından “Polisler” ve  “Aysel” geliyor. Kim  Aysel? Polislerle ne işi var? “Polisler de Aysel’le birlikte çekip gitmişlerdi herhalde.” Tümcesini  okuduğumda  “Nereye gittiler? Niçin?” soruları beliriyor. Daha sonra Güler ve Gül’den söz ediliyor. Onlar da kim? Adlarından söz edilen; ama kim oldukları, romanda niçin yer aldıkları anlaşılamayan bu kadınların ardından bu kez “pat” diye romana Perihan giriyor. Komşu kadın mı? Burada Harun ve Kaptan’la birlikte Perihan’ın öyküsünü öğreniyor, onu daha iyi tanımaya başlıyorum. Bunda sorun yok; ama burada da ad kargaşası var. Komşu kadının adı gerçekten Perihan mı yoksa Nurgül mü?  Yoksa birkaç satır altta yazdığı gibi Nurperi mi? Yazar neden bu ad karmaşasını yaratmış? Bunu bilinçli yaptığı belli… Neden?

Anlatıcının adı da tuhaf. “Ke”… Neden “Ke”? Anlatıcının köşe yazarı olduğu, sinema ile ilgilendiği, entelektüel kişilikte olduğu anlaşılıyor. Ayrıca psikosomatik hastalıklı olduğu da… Gerek sürekli kusmaları gerekse temizlik takıntısı psikolojik sorunlarının belirtisi. Aynı zamanda sığınağı olan evini sürekli temizlemesi kendisini/yaşamını kirli hissettiğinin belirtisi değil mi?

“Baba” figüründe de kafa karışıklığı yaşanıyor. Anlatıcının babası subay mı, öğretmen mi,  Sümerbank’ta işçi mi?  Tam Perihan’la komşuluk ilişkilerini öğrenirken bu kez de yine aniden Serpil diye bir başka kadın giriyor romana… Serpil kim? Anlatıcıyla ilişkisi ne? Gerçi bu soru hemen yanıtlanıyor ve Serpil’in anlatıcının kız kardeşi olduğunu öğreniyorum. Aslında bu da kafa karıştırıyor; çünkü anlatıcı bu bölümde babasını anlatırken dört erkek kardeşin sonuncusu olduğunu  söylüyor. Annesinin evin tek kadını olduğunu belirterek bunu vurguluyor. O halde bu kız kardeş de nereden çıktı? Hangisi doğru?

Bir de “Gülerguvan”dan söz ediliyor. O da kim? Ardından Aysel’in pek çok adı olduğunu (Gül, Güler, Gülerguvan, Ayfer,Bahar, Alev, Meral) öğrenerek sorularımdan birinin yanıtını buluyorum. Derken bu kez  “Aysel Nene” giriyor romana. “Aysel Nene kimdi peki, var mıydı böyle bir kadın?” tümcesiyle… Bu da romandaki kişilerle ilgili  belirsizliği arttırıyor. Kimin kim olduğu belirsiz. Aysel kim, Perihan kim, baba kim, Aysel nene kim? Böyle birileri gerçekte var mı? Anlatıcıyla ilişkileri ne? Kafa karışıklığı artıyor. Anlatıcı da pek çok soru sorup bu karmaşayı özellikle körükler gibi…  Okumaya başladığım ikinci bölümün  adı olan “LE” burada karşıma çıkıyor. İri yarı oğlan kapıcıya fısıldıyor.”Abey le bu adam, le…” diye bir yarım cümleyle (ne demek istiyorsa?) giriyor romana.

Derken Gülerguvan’ın film  yıldızı olduğunu öğreniyorum. Ardından Perihan’ın sözlerinden Gülerguvan’ın  anlatıcının sevgilisi olduğunu öğreniyorum. Perihan’ın da polis olduğunu… Anlatıcı ne kadar şaşırıyorsa ben de o kadar şaşırıyorum. Bütün bunlara bir anlam vermeye çalışıyorum. Romana ortadan başladığımdan bunun doğal olduğunu düşünüp romana devam ediyorum.

Perihanla komşuluk ilişkisi ilerliyor; ama kadının tüm zorlamalarına karşın başka yöne dönemiyor. Anlatıcının cinsel sorunu olduğunu (belki de kaybettiği aşkına bağlılıktan) öğreniyorum, “Kominist-Faşit” suçlamaları arasında.

“Kapı”nın simge olduğu açık.  Nitekim Perihan’ın kıskacından kurtarıyor, dış dünyadan koruyor; ama aynı zamanda iç dünyaya da geçişi sağlıyor. Bu kez kız kardeşi Serpil’le tanışmamı sağlıyor. Kız kardeş, sevgi dolu, ilgili, şefkatli… Anlatıcının yaralarını sağaltan bir merhem gibi. Kocası ise tam ters bir karakter olarak çiziliyor. Kaba, hoyrat, acımasız, bencil, buyurgan ve sevgisiz… Sevilmeyen, katlanılan bir koca, istenmeyen bir enişte… Serpil’le  konuşmalarından anlatıcı ve kız kardeşinin Muğlalı olduklarını ve Tunceli ile ilişkilerini öğreniyorum. “Ayfer Nene”  kim? “Aysel Nene” değil miydi? Aysel’le ne ilişkisi var? Neden aynı ya da benzer adlar kullanılmış? Roman yeterince karmaşık değil mi?

Serpil’in “La” olduğunu okuyorum. Le ile La’nın ilişkisini de böylece öğreniyorum. Ayrıca “Le” nin erkek, “La”nın kadını imlediğini de… Kadınların rekabetini, boşluk ve alan ilişkisini irdeleyen anlatıcı, bu bölümün sonunda Perihan’ın bıçaklanıp ölüşünü anlatıyor; ama bütün roman gibi kapalı bir anlatım bu. Kim bıçaklanıyor, nerede, anlatıcı nerede, neden bıçaklıyor Harun? Neden, neden?..

Bu sorularla bitiyor 2. Bölüm. Benim ilk okuduğum kısım.

***

Sorulara sorular ekleniyor:

“GÜL” diye adlandırılan  ilk bölümü okumaya başlıyorum. Burada “Aysel” i anlatıyor ve “Kürt ve Alevi ” kimliğini vurguluyor yazar. Aynı zamanda  bu kadının “Gül” olduğunu öğreniyorum. “Dersimli Gül”, “Kızıl Gül” , “Güler” ve “Gülerguvan” olduğunu… Yeşilçam’ın delimsirek karakter oyuncusu olduğunu da… Kendisini “Deli Aysel” olarak tanımlayan ve bunu kanıtlamak  istercesine kafasına estiği gibi davranan, aşırılıklara kaçan bu kadını  tanıtıyor yazar.  Özgür bir ruh… Her yönüyle… Özellikle cinsel özgürlük vurgulanıyor. Kadın erkek eşitliği kadından yana  cinsel özgürlükle sunuluyor. Aysel’i tanıdıkça kafamdaki bu kadınla ilgili sorular bir yandan çözüme ulaşırken bir yandan da yeni sorular beliriyor.

Okuduğum her iki bölümdeki kadınların sanki birbirinin kopyası gibi olduğu dikkatimi çekiyor. Saldırganlığa varan atılgan, el attığı erkeği kolayca avucunun içine alan, dişiliğini öne çıkarıp kullanan, cinselliği özgürce yaşayan ve bunu doğal karşılayan/ karşılatan, bu konuyu erkeğe dayatan, güçlü, becerikli, zeki, kırılganlığını gizleyen, ürkütücü, tehlikeli kadınlar. Anlatıcı birine âşık olurken diğerini önce itici buluyor; ama sonraları (zorla da olsa) onun varlığına alışıyor ve  dostça bir ilişki kuruyor. Aysel’le doludizgin tutkulu bir seks hayatı yaşarken Perihan’la ilişki kuramıyor. Cinsiyetsizleşiyor. Kastrasyon korkusu ilk  bölümde açıkça vurgulanıyor. Perihan’la ilişkisini “Kadın kadına” ilişkiye benzetiyor.

Serpil’i de bu bölümde daha ayrıntılı tanıyorum. “Kız kardeş” kimliğindeki bu kadın karakter ise “karşı cins” olan ev dışı kadınların tersine cinselliği baskılı, duygusallığı, sevecenliği öne çıkan zaman zaman  “anne” kimliğine bürünen bir  kadın.  Anlatıcıda  sevgiliyle anne de kimi zaman karışıyor.

Babaanne Aysel Nene de  bu bölümde ayrıntılı anlatılıyor. Böylece gizemli kadın Aysel Nene ve dede Deli Yüzbaşının ilişkisini  ana hatlarıyla öğreniyorum. Bu ilişkide karanlıkta kalan çok şey var.Kim bu Aysel Nene? Neden genç yaşta ve gebeyken ölüyor? Nasıl bir ölüm bu? Onu dede mi öldürdü, yoksa kaçıp gitti de çocuğa “Öldü” mü dendi? Dede, neden ondan hiç söz etmiyor? Neden akrabalarıyla ilgili hiçbir bilgi yok? Kafes ne? Neyin simgesi? Anlatıcının babası neden bu kafese bu kadar önem veriyor? Yine bir sürü soru…

Aysel’in senaryosunun incelenmesinde anlatıcının aile öyküsüyle paralellik gösterdiğini öğreniyorum. Akrabalık ilişkisi ve Ayfer Nene ortaya çıkıyor. Bu da sorulara yeni sorular ekliyor.

Birinci bölüm tutkulu seks hayatının ard arda pek çok örneğini sunup Aysel’in ölümüne doğru giderken bu ölüm de açık değil. Hatta ilk başta Aysel’in öldüğünü anlamıyorum.Daha önce onun “gittiği” söylenmişti ya, kaçıp gittiğini sanıyorum. Bir kaç yinelenen okuma ve son bölüm okunduktan sonra öldüğünü/ öldürüldüğünü anlıyorum. İntihar mı  etti (niçin) polisler tarafından mı öldürüldü? Benim için hâlâ  açıklanmış değil.  Kitabın kapalı anlatımı ve yazarın yarattığı karmaşa ve sorduğu kafa karıştırıcı sorular (bilinçli yaptığını düşündüğüm) nedeniyle bir çok şeyi kavramakta ve anlamakta zorlanıyor, yinelenen okumalar yapıyorum. Ayrıca her iki kadının ölümü de aniden oluyor. Okur bu konuda önceden hazırlanmadan… Hiç beklenmedik zamanda geliyor bu ölümler. Sarsıyor. Birinci bölüm böyle bitiyor.

***

Sorulara yanıtlar, açıklamalar:

Anlatıcı yaşadığı iki ölümden sonra İstanbul’un (büyük kentin) korkutucu karmaşasından kaçıp Teke yarımadasına, Toros dağlarına kendisini atıyor. Saklanacak bir sığınak arıyor, buluyor. Burada da bir Harun var. Yine aynı adlar… Romanın sonunda bunun anlamını çözüyorum; ama bölümün başında bu, yine bir soru getiriyor. Teke yarımadasında, ormanda huzuru bulan, öğürme ve  çiş yapma gibi psikosomatik bulguları ortadan kalkan anlatıcı  bu kez Hava Nene ile tanışıyor. Hava Nene ile Aysel ve Ayfer Nenenin kardeş olduklarını öğreniyorum. Neneyi bulmak da anlatıcıya iyi geliyor; ama bunca  gerçek üstü rastlantılar  bu kardeşliğin simgesel olduğunu  düşündürüyor. Kafa karıştırıyor.

Bu kafa karışıklıklarından biri de “Baba ve kardeşler”… İlk bölümde de “Baba”, Deli Yüzbaşının tek çocuğu olarak büyüyen yalnız adam, sanatçı ve entelektüel kimlikli edebiyat öğretmeni olarak tanıtılıyor. Burada iki kardeş var. Serpil ve anlatıcı… Oysa ikinci bölümde Sümerbank işçisinin dört oğlundan biri… Kız kardeşi yok! Son bölümde ise Teke diyarı Hacılar’dan köylü bir babanın, bir çok kızdan sonra  tek erkek çocuğu. Hangisi doğru, hangisi gerçek?

Son bölümde bir başka kadın çıkıyor karşımıza. Nazlı… Tablo gibi tariflenen bu genç kadın yaşlı Harun’un genç karısı… Bölümün başında Harun’un bir karısı ve ablası olduğu yazılsa da abla kim anlayamıyoruz. Gizlenen Hava Nene ortaya çıkıyor. Bodrumda saklanan ve kimselere söylenmediği yazılan  Nene, birkaç sayfa sonra köylülerin “Hoş geldin” ziyaretine geldiğinde onlarla oturuyor, herkes onu tanıyor hatta  ona “Koca Kız” diyorlar. Yine karmaşa…

Nazlı, Harun’un karısı; ama anlatıcıya kalp şeklinde iğnedenlik benzeri bir şey veriyor. Neden? Önceden onu sevdiğini, beğendiğini belirten hiçbir şey yok. Zaten anlatıcıyı sevmediği, gönlünün Harun’un askere gidecek oğlunda olduğu sonradan anlaşılıyor.

Kafes bu bölümde de ortaya çıkıyor. Kafes’in “Can Kafesi” olduğunu, içindeki kuşun “Can” olduğunu, altmış çubuğun anlamının etimiz kemiğimiz olduğunu ve resimlerin hayatımızı  simgelediğini öğreniyorum. Kafes aynı zamanda Neneleri, Aysel’i ve anlatıcıyı birleştiren bir simge.

Kafes’in Muğla ya da Toroslarda mı yoksa Tunceli’de mi yapıldığı sorularıyla, Hava Nene’nin  ormanın içinde mermer sunak taşının gizli bölmesinden çıkarttığı kutsal defterde yazan bilinmez dildeki  görünmez yazıları  okuması, ağıtının tüm ülkeyi, hatta tüm dünyayı dolaşması bence Anadolu’da kültürlerin birbirine etkisini ve sentezini anlatıyor. Okuduklarımdan bunu çıkarttım.

Romanın sonuna geldiğimde yine bir ani ölümle karşılaşıyorum. Yine kapalı, şiirsel bir anlatımla… Önce kim, kimi ve neden öldürdüğü anlaşılmıyor. Yine bir sürü soru: Harun’un oğlu askere gitmemiş miydi? Nazlı’nın sevgilisi mi? Yoksa kadına tecavüz mü etti? Kaçtılar mı? Harun intihar mı etti? Ölen kim?

***

Adı konmayan dördüncü bölüm ise bir buçuk sayfadan oluşuyor. Bütün kitabı açıklayan bir bölüm bu. Harun’un karısını öldürdüğünü anlıyorum böylece. Kadınları hedef alan  erkek şiddetini işliyor yazar. Şiddetin ve ölümün sadece  büyük kent kaosunda değil doğada da olduğunu vurguluyor.

***

2-1-3 Şeklindeki okumada şunları öğrendim.

Romanın  “Giriş-Gelişme-Sonuç” olarak yazıldığı gerçeğiyle bir kez daha karşılaştım. İlk bölüm kişileri, mekânı tanıtıyor, olaylara giriyordu. İkinci bölüm gelişmeydi, bu yüzden kişi, mekân olay gibi pek çok konuda sorular getirmişti. Son bölümse romanı toparlıyor, sonuca ulaştırıyordu. En sona eklenen açıklayıcı bölüm son noktayı koyuyordu. Bu  yüzden baştan sona okuma en sağlıklısıydı.

Gülseren Engin
www.gulserenengin.com

www.kadinyazarlardernegi.org.tr

http://egelikadinyazarlar.blogspot.com/