LE – Tunca Arslan

GÖRÜLMEDİK BİR FİLM ELEŞTİRMENİ!

Tunca Arslan

Sadık Aslankara’nın son romanı “Le”, bir film eleştirmenini ana karakter olarak kullanıyor ve karşımıza hayli enteresan bir tip çıkartıyor.

Bildiğim kadarıyla Türk romanında ilk kez ana karakter olarak bir film eleştirmenini görüyoruz. Kısa süre önce yayımlanan M. Sadık Aslankara imzalı “Le”, öncelikle bu açıdan dikkatimi çeken, hakkındaki kısa tanıtım yazılarıyla karşılaşınca hemen alıp okuma isteği uyandıran bir yapıt oldu. Edebiyata dair yazılarını Cumhuriyet Kitap Eki’nde sürdüren, daha önce yayımlanmış iki öykü kitabı ve bir romanı bulunan, belgesel film yönetmenliği ve tiyatro çalışmaları da yapan Aslankara’nın, film eleştirmenliği cephesinden bakıldığında gerçekten ilginç bir roman yazdığını, oldukça enteresan bir karakter, daha doğrusu bir anti-kahraman yarattığını söyleyebilirim.
Can Yayınları’ndan çıkan 193 sayfalık “Le”nin, Aslankara’nın tümüyle kendine özgü roman diline ve Türkçe kullanımına alışık olmayan okurları epeyce zorlayacağını, kendi adıma bu zorluğu ‘doya doya’ yaşadığımı da baştan belirteyim. Yazarın fetiş haline getirdiği kimi sözcükleri bıktırırcasına kullanması, anlatının katmanlarının ve karakterlerin belirgin ölçüde ‘şizofrenik’ boyut taşıması da okurun işinin pek kolay olmadığını gösteriyor elbet. Örneğin, “Üstelik bu aşk, sanki gökten inen tansıkla birleşmiş ya da belki ta baştan bir tansığın yönlendirmesinde gelişerek ortaya çıkmıştı. Tansık evde uyuyan kadın mıydı, pek emin değildim, ama onun etine kemiğine bürünerek çıkagelmesi elbette tansıktı, kuşkum yoktu bundan. Aysel’i, benimle buluşturan aynı tansığın içinde bir araya getiren koşullar nelerdi, hangi koşullar birleşmiş ya da yan yana gelmişti de bu buluşma gerçekleşmişti? Nasıl olmuştu da yaşayabilmiştim bu tansığı?” (s. 32-33) türünden, açıkça hatalı, insanı ‘tansık’ bombardımanına tutan cümleler, ne yazık ki hayli fazla. Ama dediğim gibi, “Le”nin en azından ‘mesleki’ açıdan kayıtsız kalınamayacak, başta SİYAD üyeleri olmak üzere tüm sinemaseverlerin kitaplığında bulunması gereken bir roman olduğunu da tekrar vurgulayayım. Ve romanın “Sin” başlıklı son bölümünün, öncekilere oranla çok daha başarılı bir şekilde yazılmış olduğunu, ilginç bir atmosferde geçen etkileyici bir bağımsız öykü içerdiğini de önemle belirteyim.
Gelelim, ‘eksantrik’ film eleştirmenimize… Yalnız yaşayan, münzevi tipli, hiç evlenmemiş, bir günlük gazetedeki haftalık sinema yazıları dışında, kimi yönetmenlere yardımcı olup ‘senaryo düzenlemeleri’ de yapan, orta yaşlı bir meslektaşımız var karşımızda. Yalnız, karamsar ve mustarip… Yazdığı bir film eleştirisi üzerine, ‘Deli Aysel’ olarak da tanınan, ‘Türk sinemasının en aykırı oyuncusu’, külhan tavırlı Gülerguvan telefon ediyor; yazısına sinirlendiğini, “Düğüm” adlı bu ikiyüzlü filmi hak etmediği ölçüde övdüğü için kendisine çok kızgın olduğunu, hemen gelip konuşmak istediğini söylüyor. “Ben komünistim” diyen, Kürt-Alevi olduğunu da öğrendiğimiz ve Gülerguvan’ın dışında, Gül, Güler vb. adlarıyla da karşılaşacağımız, tahminen 35 yaşındaki ünlü oyuncu, ünlü film eleştirmenin Beşiktaş’taki evine gelince, biraz hoşbeşten sonra ateşli bir sevişme yaşanıyor! Kadınlarla arası o güne dek pek iyi olmayan kahramanımızın erkekliğini uyandıran Gülerguvan, adamı kendisine âşık ediyor anlayacağınız. Ateşli sevişme seansları sık sık tekrarlanıyor tabii. Aslankara’nın, oldukça sünepe, ikide bir kusan, çişini tutamayan, çok sık ağlama krizine giren (“İşte o zaman gözyaşlarımı tutamadım, taşkınlaşmış iki sel fışkınıyla hıçkırmaya koyuldum”), kısa boylu, şişkin cam gözlüklü, aklaşmış kıvırcık saçlı bir tip olarak çizdiği sosyal demokrat-hümanist film eleştirmeni, Taocu seksten de haberdar oluyor, bu çılgın kadın sayesinde. Ve şu tür sahneler yaşanıyor: “Yazıklanmayla inlemişti Aysel, çılgınsı bir tutkuyla şefkat arasında belenen sarıp sarmalamalarla gidip gelmişti. Bir yandan öpüp okşuyor, akıt bebeğim, hep akıt, istediğin an akıt, sula beni, sula bütün kadınları, hakkın senin, kasma kendini, akıt bebeğim diyordu fısıltılarla kulağıma. Bebeğim benim, bebeğim diyordu.”
Not düşeyim, ‘Taocu seks’ten söz edildiyse, ‘en az bin kez…’ olmadan, bu kadar çok “Akıt, hep akıt, sula beni” muhabbetinin de yapılmaması gerekir! Taocu yatak alışkanlıklarının en temel prensiplerine terstir çünkü. Her neyse…
Eleştirmenimiz ile Gülerguvan arasındaki aşkın nasıl noktalandığını, romanı henüz okumamış olanların tadını kaçırmamak için açık etmeyeyim ama az çok benzer bir ilişkinin, film eleştirmenimizin kapı komşusu emekli polis bir kadınla (Perihan) tekrarlandığını da (kahramanımızın ‘polis tarafından izleniyor olmak’ takıntısı da ayrı konu) söylemiş olayım.
Yukarıda da belirttiğim gibi, ayrı bir tat barındıran son bölümde ise ‘bin acıya kiracı’ eleştirmenimizin serüvenine, yazılarına ara vermiş ve Ömer Lütfi Akad’ın yardımlarıyla Antalya’daki Teke Dağı’nda, küçük bir yangın gözetleme istasyonunda inzivaya çekilmiş olarak tanıklık ediyoruz. Akad’ın işe dahil olmasının nedeni, 1960-70’li yıllarda orman belgeselleri yaptığı için bürokraside tanıdıkları olması… Onun ricası üzerine böyle bir misafirliğe onay veriyor orman bürokrasisi.
Haftaya görüşmek üzere. Sinema salonunu en son siz terk edin!

(arkapencere.com internet dergisinin 10 Eylül 2010 tarihli sayısında yayımlanmıştır.)

(SİYAD sitesinden alındı. 13.9.2010)