ÖYKÜ ÇİLİNGİRİ: M.S.Aslankara; Öyküde Gerçeğin Gerçeğini Yazabilmek…

Öyküde Gerçeğin Gerçeğini Yazabilmek…
M.Sadık Aslankara
(12.4.2018 YAZISIDIR.)

Cemil Kavukçu, Öykü Gazetesinin Nisan 2018 tarihi 19. sayısında iki öykü yayımladı: “21. Cadde” ve “Dışarısı”.

“Dışarısı” adlı öykü, küçürek öykü kalıbına uygun görüntü veriyor. Yazarla gazete yönetiminin hoşgörüsüne sığınarak andığım öyküyü, olduğu gibi aşağıya alıyorum:

“Pazar günü öğle sonrası bindiğim metro oldukça tenhaydı. Birkaç durak sonra yanımdaki boş koltuklara genç anne baba ile 5-6 yaşlarında oğlan çocukları oturdu. Kadının başı örtülüydü, giyimlerinden yoksul bir aile oldukları anlaşılıyordu. Çocuk hemen dizlerinin üstünde koltuğa ters dönüp pencereden dışarı bakmaya başladı. Gördüklerini yüksek sesle annesine anlatıyordu. Tren bir süre sonra yerin altına geçti. Çocuk geri döndü, şaşkınlıkla ve sesini daha da yükselterek, ‘Anne, dışarısı nereye gitti?’ dedi.”

“Gerçeğin gerçeğini yazmak”, yaşamdaki gerçeğe karşılık gelecek biçimde bunun yazındaki karşılığını bulup yerine koymak, böylelikle yaşamdaki gerçeğin çok daha üzerine yükselip bir gerçek olarak bunu ortaya çıkarmak anlamına geliyor.

Bu durumda gelin “Dışarısı” adlı bu küçürek öykünün yaşamsal-yazınsal boyuttaki gerçeklik paydalarını gözden geçirip bunu notlamaya girişelim ilkönce.

Öyküde, yerüstü-yeraltı hattında çalışan herhangi metro vagonunda yaşanabilecek bir kesit, bunun bir etkime ânına indirilmiş biçimde şaşırtmaca anlatılıyor. Bu ya da buna benzer olgular, pek çok kişi tarafından yaşanıp deneyimlenmiştir kuşkusuz. Üstelik çocuklar aracılığıyla insanı şaşkınlığa uğratacak çok farklı sürprizler de yaşanmış olmalıdır.

Ama siz bunu, yaşadığınızın görece kopyası hâlinde yansıtmaya kalktığınızda bırakalım öyküyü, bunun hikâyeye bile dönüşemeyeceğini gözden uzak tutmamalısınız. Öyleyse yeni bir evren kuracaksınız. Bu yaklaşım, işlenecek gerçekliğin yazınsal ölçekte laboratuvar koşullarına alınması anlamına gelir.

Nitekim yazar, metronun pazar günü tenhalığıyla yanındaki koltukların boş olduğu bilgisini ilk başta vererek, çocuklu ailenin yanındaki bu koltuklara oturabilmesini olanaklı hâle getiriyor daha işin başında. İkinci aşamada ailenin yoksul, çocuğun da beş-altı yaşlarında olduğu bilgisi veriliyor. Metro, ailenin yaşamında bir yere sahip olsa da bunun sıklıkla kullanılmadığı sezdiriliyor. Hem yoksul hem de pazar olduğunun vurgulanışı bunu kolaylaştırırken, çocuğun yaşanılan gerçekliğin ayırdına yenice varmış olmasındaki aykırılık da ortadan kaldırılıyor böylece.

Sonuçta “Dışarısı nereye gitti?” sorusu, doğrudan okura yöneltilebiliyor. Bu yapılırken, bir metro vagonunda her an yaşanabilecek bir gerçeklik yazın alanına çekilerek burada yeniden kuruluyor, bunun sonucunda gerçeğinden daha gerçek bir somutluğa dönüşerek okur önüne getiriliyor.

Bu, bir gerçekliğin öncelikle düşlenmesi gerektiğini de öğretiyor bize. Ama gerçek dediğimiz veri, bu düşlemeyle, yani hayal edilerek gerçeklik kazanmıyor. Bir hayalin, düşün gerçeklik kazanabilmesi için, bunun yazılması zorunlu ille!

Yazılmayan hayal, hiçbir zaman gerçeklik kazanmıyor çünkü.

Buyurun o halde soruyu düşünmeye:

“Dışarısı nereye gitti?”