Hüseyin’in Deniz’i, Karayel’i
Akın Ersöz
“…
Ben denizi seçtim
Vurmak için bu dünyanın bütün kıyılarına”*
Ağustosun son günleri, balıkların sofralara “merhaba” demeye başladıkları zamanlardı. On gündür tavaları şenlendiren istavritlere tek tük de olsa çingene palamutları eklenmişti.
Gece serdiği ağları toplamak için gün doğmadan yola çıkmalıydı. Tutacağı balıklarla yolunu bekleyenler yoktu ama akşamleyin sofrasında olacak bir tava balığın hazzı bir başkaydı.
Evinden sahile kadar uzaklık iki yüz metre kadardı. Arka bahçe kapısından çıktı Hüseyin. Kayığıyla açılmaya başladığında evden çıkalı yarım saat bile olmamıştı.
Karayel’in dili olsa neler anlatırdı diye aklından geçirdi sabahın serinliğinde. Uzun ve çoğu kez yalnız saatleri paylaşmışlardı denizlerde. Bu birliktelik önce Marmara’daydı. Daha sonra da uzun yıllardır Karadeniz’de sürmekteydi.
Karayel’le karşılaşması aklına geldi. İstanbul’a dayanıyordu geçmişleri. Ağı toplamaya hazırlanırken yıllar öncesine gidiverdi.
Bankacılığa başladığında ilk görev yeri İstanbul’du. Tatil dönemlerinde olduğu gibi gidip gezmeye benzemiyordu İstanbul’da yaşaması. Camileri, müzeleri, adaları, boğazı üç-beş gün içinde turlamak değildi işe gidip gelmek.
Zordu, ürkütücüydü İstanbul ama yabancılık çekmemişti büyük kentin insanı sarhoş eden keşmekeşinde. Kardeşi uzun yıllardır İstanbul’da yaşıyordu. Yerleşene kadar kol kanat germişti abisine Hasan. Kardeşinin sayesinde kalabalıklar içinde kaybolmamıştı Hüseyin.
Bir arkadaşının deyimiyle İstanbul Cumhuriyetine alıştıktan sonra, dayılarından geçen deniz tutkusu depreşmişti. Anneannelerinin yazlığında geçen yaz tatilleri pekiştirmişti bu tutkuyu iki kardeşte. Sudan çıkmazlardı kardeşiyle, kuzenleriyle koca bir yaz. Hele bir de dayılarıyla balığa çıkmaları unutulacak gibi değildi. Dört gözle beklerlerdi dayılarından gelecek öneriyi ve bunu anneannelerinin kabul etmesini.
İstanbul’da tatil günleri gönüllerince nasıl güzel geçebilirdi? Hüseyin depreşen tutkusuyla ilgili düşüncesini kardeşiyle paylaştığı an, denizle ilgili planlar yapmaya başladılar.
Tanıdıklarına haber verdi Hasan. Şansları yaver gitti de fazla beklemediler. Bir akrabalarının aracılığı ile tanıştılar Karayel’le, daha doğrusu adını koydukları kayıklarıyla. Gönül işlerindeki bitmek bilmeyen tereddüdüne karşın çabuk karar verip aldı kayığı Hüseyin. Memleketteki bir arkadaşı bu duruma şaka yollu takıldığında “Ben denizle evliyim. Deniz, kayığım benim, ailem,” demişti.
Yazları her hafta sonu Caddebostan sahilinden adalar yönüne açılıyorlardı. Denizse deniz alabildiğince mavi ve temiz, balıksa balık kısmetlerinde ne varsa, sofralarında yer alıyordu. Balık yoksa peynir-ekmeğe talim ediyorlardı.
Ne güzeldi adaların kuytularında denize girmek. Ne hoştu büyük kentin yanı başında Heybeli’nin, Burgaz’ın dinginliğine sahip olabilmek.
Çoğu hafta sonu iki kardeş baş başaydı kayıkta. Bazen de bir-iki arkadaşları konuk oluyordu kayıktaki mütevazı sofralarına. Gün boyu balık tutup denize giriyorlardı. Akşam sofralarını ya tuttukları ya da eli boş döndükleri günlerde balıkçıdan aldıkları balıklarla süslüyorlardı.
Bayramlarda büyükleri ziyaret etmenin dayanılmaz zorunluluğu dışında yıllık izinlerinde bile Karadeniz kıyısındaki kentlerine gitmek istemiyorlardı. O küçük kayık çok mutlu oldukları ortamlar sunuyordu onlara.
Hatta bir bayram zamanı babası artık buralara tayin ol, diye diretmişti de babasının söylediklerini iki çocuğu da yanında olmayan bir yaşlının duygusallığına vermişti.
Ne zaman babasının amansız hastalığını öğrendi, hemen tayinini istedi Hüseyin. Hasan’ın işi gereği memlekete atanma olasılığı yoktu. Memleket Hüseyin’i bekliyordu, o hiç istemese de.
Hüseyin Karayel’i kamyonla getirdi atandığı yazın sonunda. Önce bir balıkçı barınağındaydı Karayel. Hüseyin’e İstanbul’u özlüyor gibi gelmişti kayığı. O da mı özlüyordu yoksa İstanbul’u.
Belediye yenisini yapacağım, diyerek barınağı yıkınca Hüseyin ve Karayel’e yol göründü. Kentin kalburüstü insanlarının üye olduğu kulüpte yer buldu kayığına bir arkadaşının torpiliyle.
Karayel de Hüseyin de yeni yerlerini yadırgadılar kaldıkları sürece. Bir yıl sürdü fiyakalı kulüpteki mutsuz yerleşim. Şimdiki yerlerine, uçsuz bucaksız sahilin kenarına ev alınca geldiler.
Ata baba evi miras paylaşımı sırasında satılınca hasta babasının da isteğiyle denize yakın bir eve taşınma düşüncesi oluştu Hüseyin’de. Kentin daracık sokakları arasında boğulmuş eski evlerinden gelen paraya üç-beş ekleyip yeni evlerini aldılar. Deniz kenarındaki bu apartman dairesinden babası da kendi de Karayel de mutluydu. Kent yakın, kumsal iki adımdı.
Havanın uygun olduğu zamanlar babasıyla yürüyüşler yapıyordu sahil boyunca. Yakındaki balıkçı barınağında çay ocağında mola veriyorlardı her seferinde. Akranı birkaç arkadaş bile bulmuştu babası.
Bir yürüyüşlerinde babası dinlenirken ağının yırtık yerlerini tamir eden aksakallı bir balıkçıyla sohbet etmişti Hüseyin. Daha doğrusu balıkçı anlatmış, o dinlemişti.
Gök mavisi ve beyaz renklerle boyalı “Yuvam” adlı bir teknenin yanında oturuyordu balıkçı. Teknenin adı hoşuna gitmişti Hüseyin’in. Sıcaklığını hissetti bir anda.
“Hayranım girişken insanlara. Tuttuğunu koparan insanlardan olabilmek ne kadar güzeldir.”
Gülümsemişti Hüseyin hem ağları diken hem de konuşan adama bakıp.
“Evlat, her konuda girişken olabilmelisin.”
Hüseyin’in tebessüm ettiğini görünce de sözlerine devam etmişti balıkçı.
“Gülme, her konuda girişken olan kazanır. Sana çok örnek veririm. Anlatacağım onlarca hikâye var bende.”
Adamı konuşturan bir şeyler vardı ki dolmuş da boşalıyormuş gibi anlatıyordu Hüseyin’e. Balıkçının hangi arada söylediğini fark edemediği çayları yudumlamaya başladılar bir yandan. Çayından bir yudum aldı, sürdürdü konuşmasını ihtiyar delikanlı.
“Az önce söylediğim gibi hayranım girişken insanlara. Gelemeyecekleri yer yoktur onların. Çoğu zaman hak ettiklerinden fazlasını kazanırlar. Kendilerini gösterdikçe güvenleri artar. Her alanda, her konuda böyledir. Arkadaşlıkları kolay kurarlar. Bulundukları havayı ısındırırlar. Sorunları, dilekleri, güzellikleri iyi ifade ederler. Kısacası çevrelerine rahatlık verirler.”
“Fazla girişken olmak da iyi olmamalı. İnsan, yerini, konumunu iyi saptamalı,” dedi Hüseyin cılız bir sesle.
Gözlerini dikti, dinledi balıkçı. Başını sallayarak, “Haklısın, haklısın ama girişken olmak büyük meziyet,” diyerek bağladı sözlerini.
Bitmişti çaylar, teşekkür edip kalktı Hüseyin.
“Müsaade sizin, başınızı ağrıttım.”
“Estağfurullah, mutlu oldum.”
Yürürken balıkçının sözlerini düşünmüştü Hüseyin. Yaşamındaki bitmeyen tereddütleri, iş yaşamındaki cesaretsizlikleri, gönül işlerindeki çekingenliği aklına gelmişti.
“Ben denizle, Karayel’le mutluyum. Benim de yuvam Karayel,” deyip tebessüm etmişti kendi kendine.
Ağı çekerken durdu bir an. Nereden gelmişti bunlar aklına. Şaşırdı, güldü haline.
Çingene palamudu yoktu ama iki kiloya yakın istavrit tutmuştu. Dönerken kıyıya Karayel’le, güz güneşi adamakıllı yakıyordu ortalığı.
* Ahmet ERHAN; Yaşamın Ufuk Çizgisi, 1982