ÖYKÜ KÜRSÜSÜ: M.Bülent Bingöl; ‘Vagon’ – Öykü

Vagon
M.Bülent Bingöl

Tanrı gökyüzünde flaşları patlatıyordu… hadi Zeus diyelim.  Yağmurun gelişi çarşambadan belliydi. Meteoroloji söylemişti. Pencereye yaklaştım. Gök gürledi. Yıllardır duymamıştım böyle cayırtı.

Küresel ısınmanın kabız yaptığı bulutlar ıkınıp ıkınıp boşalamıyorlardı. Kyoto mıyoto, dünya kimsenin umurunda değildi. Sanayileşmiş ülkeler emekçinin terinden, toprağın gözünden, havanın neminden ürettikleri dev aynalarda bikini defilesi izliyorlardı. Estetik cerrahlarının elinden çıkmış klitorisler, memeler, baldırlar; araba ve araba lastiği reklamlarında cilalanmış metallere abanıyorlardı.  Hiç kimse, çıkarı olmadıkça, bir diğerini önemsemiyordu… Bu yağmur önemsenmeli.

Eylül ayının sonları. Bu yağmur içime su serpecek. Birden içimde dayanılmaz bir ıslanma isteği uyandı. Yarın Cuma mübarek gün. Eylem var, okula gitmeyeceğim. Bu gece bir çılgınlık yapıp dışarı çıkacaktım.

Çıktım. Ali’ye baktım. Açıktı. Kapısına geldiğimde. Çantasını boynuna astığını gördüm. Bu büfeyi kapatıyor demekti.

“Hocam hayırdır. Bu saatte seni görmek ne güzel.”

Gülümseyerek tezgâhın arkasına geçtim. Bir tekel birası açtım ve yudumladım. Ali dükkânın ışıklarını söndürdü.

“Saat biri geçti. Aynasızlar ışığımızı görmesinler.”

Yanıma geldi. Eğildi bir bira da o aldı. Tokuşturup diktik şişeleri. Şimşek çaktı… gök gürledi… sessizlik ve yağmurun sesi. Doğanın dengesini bozmuştu insanoğlu… Yağmuru kovayla boşaltıyordu Tanrı… hadi Zeus diyelim ve bardak üretenler pet şişe de üretmeye başlamışlardı. Pet deyince akla sıvıların hapsedildiği şeyler geliyordu.

“Hocam otobüsün gelmesine on dakika var. Devam edeceksek içmeye öbür otobüse…”

“Bu gece beraber yağmurda yürüyeceğiz var mısın?”

“Yağmur?.. da yürüyelim. Ne güzel fikirler üretiyorsun hocam.”

“Bu gece bu yağmurda sen de Hafız ol Ali.”

“Tamam Hocam.”

“Hadi gidelim Hafız.”

Önder caddesinden yağmur eşliğinde aşağıya doğru aktık. Yağmur gecelerin arifi iki kişiyi ürkütmemek için azalmıştı. Tansaş’ın önüne geldiğimizde sakatat virtüözleri naylondan yarattıkları mekânlarında bıçaklarını biliyorlardı. Kokoreççi, ciğerci, dönerci, köfteci ve şambalici  havayı kırmaya çalışan; damlalarla billurlaşmış şeffaf örtülerin yarenliğinde sakin bir kıpırtı içindeydiler. Fitilli lüks lambaları asıldıkları yerde uzak doğulu fenerler kadar olmasa da  mütevazı bir dinginlik içinde parlıyorlardı.

Yutkunarak geçiyorduk ki; yutkunma seslerimiz yankı yaptı. Seslerin geldiği yere baktığımızda iki şarapçı gördük, Tansaş’ın duvarına yapışmış. Kafalarında Tansaş poşetiyle iki kavramsal sanat abidesi gibi duruyorlardı. Şarapları, Avrupa endazesine göre şifrelenmiş dikey çizgileriyle Bottom’ı işaret ediyorlardı, bir sonbahar gecesinin yağmur arası ay ışığında kırılan hatlarıyla. Gökyüzüne baktım ay may olamazdı.

Sadece  doğalgazın gelişine direnen küçük tüpe takılmış fitilli lambanın ışığı vardı ve ay ışığı numarası yapıyordu.

Akçay caddesini geçtik. Tek katlı binaların önünden yavaş yavaş yürümeye devam ettik. Hafız, burnundan damlayan suları diliyle savuştururken döndü:

“Hocam doğru yolda mıyız? Anayoldan uzaklaşıyoruz.”

“Eğri yol olmaz. Yürünülen her yol düzdür.”

“Anlamadıysam düzeltin. Sadece yürüyeceğiz. Amaçsız.”

“Hafız amaçsızlık diye bir şey yoktur. Susamadın mı?”

Ali kafasını kaldırıp gökyüzüne baktı.

“Susamamak diye bir şey yoktur Hocam.”

Sağ elimi buyur anlamında yan sokağa doğru hareket ettirdim. Avuç içim gök kubbeye baktı. Sokak arasında iki ağacın arasına saklanmış Tebabil Amcanın dükkânına vardığımızda o, hastası olduğu sudoku deryasında yüzüyordu.

“Merhaba Tebabil amca, hayırlı işler.”

“Ve aleykümselam Hoca.”

“Bu arkadaş Hafız Ali. Hacı Tebabil amca.”

“Merhaba amca.”

“Merhaba delikanlı. Hoca, mübareklerin yerini biliyorsun.”

“Bahçe müsait mi?”

“Bu yağmurda pek gelen olmaz, buyrun.”

Biralarımızı aldık, dükkânın arkasındaki küçük bahçeye geçtik. Sundurmanın altındaki ikinci el bambu sandalyelere oturduk. Masa Tebabil amcanın  kendi imalatıydı. Atık ağaçlardan yapmış. Terazisi bozuktu ama şişeler üzerinde durabiliyordu.

“Hocam buradan hiç söz etmedin bana.”

“Ben de yeni tanıdım sayılır Hafız. Bir sene oluyor galiba nüfus sayımı için görev vermişlerdi. Bu mahalle bana düştü. Öyle tanıdım Tebabil amcayı.”

“Ya Hocam Ebabil olması gerekmiyor mu?”

“Hafız, bütün mahalle öyle diyor. Bir harf için onları mı kıralım. Burada sabahlarız artık. Yağmurda yürümemize gerek kalmadı. Sundurmanın altından bakarız…”

“Sabah işe gitmeyeceksin galiba?”

“Yarın sendikanın eylemi var işe gitmeyeceğiz. Bakma öyle melül melül sen de babana havale edersin. Zaten sabahları o açmıyor mu? Uykun gelirse merak etme şurası misafir odası. İkinci el bir çekyat var.”

“Tamam Hocam bu gecenin yargıcı sen ol. Her şey ikinci elin sıcaklığında… ne güzel”

“Ha şöyle Hafız. Keyfimize bakalım.”

Sadece yağmuru dinleyerek ikişer bira içmiştik. Üçüncüler masada ikiz pizza kuleleri mahzunluğunda ellerimizin uzanmasını bekliyorlardı. Ali ve ben kendi dünyamıza dalmış, konuşmuyorduk. Bir titreme sesi, vınıltıya binmiş asimetrik masayı sallıyormuş. Ben fark etmedim.

“Hocam cebin çalıyor.”

“Sabahın ikisinde kim arar.”

Telefonu açtım. Dinledim.

“Gitmemiz lazım Hafız.”

“Nereye?”

“Fazla uzak değil.”

İçeri geçtik. Tebabil amca küçük televizyonunu açmış belgesel izliyordu.

“Tebabil amca biz bir yere kadar gidip geleceğiz.”

“Ben buradayım.”

Ara sokaktan ana sokağa çıktık. Yine aşağı doğru yürümeye başladık. Ali meraklanmıştı. Doğrusu ben de meraklanmıştım. Cumartesi pazarının kurulduğu yeri geçtik. Metro çalışmalarının yapıldığı tren yoluna geldik. Taş istasyon binasının sağı solu kazılmıştı. Sağı solu deşilse de taş bina, dingin bir at gibi duruyordu. Uzaktan vagonu gördüm. Sokak lambasının ışığı vurmuş kırmızı kiremit renginde şavkıyordu. Durup Ali’ye baktım.

“İşte vagon.”

“Ne vagonu Hocam.”

“Koskoca vagonu görmüyor musun?”

“Gördüm de vagonla ne işimiz var.”

Aynı soruyu kendime kaç kez sorduğumu düşünürken; İz Sürücü filmindeki nemli, boğuk havanın aynısını vagon ve çevresinde gördüm.

“Hafız vagon sana neyi hatırlattı?”

“Neyi mi hatırlattı…”

“Vagonu görünce aklına ilk gelen film ne?”

“Vagon… Yol filmi geldi. Hani adamla kadını sevişirken yakalıyorlar ya…”

“Nazi filmlerinden biri gelir aklına diye tahmin etmiştim.”

“O kadar çok film yaptılar ki; ha deyince insanın aklına onlar gelmiyor.”

“Hafız benim o vagona gitmem gerek.”

“Hayda! Niye ki?”

“Kız arkadaşım o vagonda bekliyor.”

“Sabahın… üçünde inle cinin kafayı bulduğu saatte, eski bir vagonun içinde kız arkadaşın… seni bekliyor?”

“Biraz değişik biridir… ne yapayım aniden aradı. Gelmiyorum mu deseydim.”

“İyi de beni niye sürükledin. Ben seni Tebabil’in orada beklerdim… Bence sen bunu en başından planlamıştın.”

“Korktum… Yalnız gelemezdim. Planlamadım ama arar umudu her saniye aklımdaydı. Her defasında farklı bir yere çağırıyor. Vagon deyince, tren yolu deyince ürktüm. Sana güvendim.”

“Hocam şu kapkaranlık yer neresi?”

“Orası askeriye… ağaçlar çok olduğu için karanlık gözüküyor. Askeriye yeşili sever ve korur Hafız. Bunu herkes takdir eder.”

“Eee ne bekliyorsun gitsene.”

“Tamam… Biraz geç kalabilirim. Meraklanma.”

“Sen rahat ol. Ben korkmam. ”

Vagonda çok kalamadım. Döndüğümde Ali yoktu.

“Hafız! Neredesin?… Hafız!”

Direğin arkasından zınk diye çıktı.

“Korktun mu?

“Bilmiyorum.”

“Hocam ne oldu?”

“Hiçbir şey olmadı.”

“Bu saatte seni hiçbir şey yapmamak için mi çağırmış.”

“Kokumu beğenmedi. Zaten kokumdan iğreniyordu. Yağmurda daha iyi anlarmış. Yağmur var diye bir şans daha vermiş ama hayır. Kokuma yağmurla yıkansam da katlanamazmış… Neyse bunu da denedik, olmadı.”

“Canın sağ olsun sana kız mı yok.”

Güldüm. Çok doğal söylemişti.

“Hafız, aşk aynı tümceyi kurmuyor. Kırmızı vagona kadar geliyorsun. Vagona çıkıyorsun. Üzerinden dumanlar tüterken sarılıyorsun… o kadar. Hadi dönelim.”

“O?”

“Diğer adaylarla görüşecekmiş.”

Hafız çapkın çapkın baktı:

“Adı neydi bu hatunun belki tanıyorumdur?”

“Europe. Karabağlar’da mermer ocağında insan kaynakları müdiresi.”

“Rastlantıya bak, tanıyorum, evinde munis bir boğa besleyen kadın.”

“Bana kuğu demişti.”