ÖYKÜ KÜRSÜSÜ; M.S.Aslankara; Gülser Kut Arat Öyküsü Üzerine

GÜLSER KUT ARAT ÖYKÜSÜ ÜZERİNE

M.Sadık Aslankara

Gülser Kut Arat’tan iki öykü okudum: “Engeller Arasında” ve “Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Bildirisidir”.

Öykü evrenleri, dramatik aksa dayalı çözümsüzlüğün yol açtığı bir hüzün dağdağası getiriyor diyebilirim okur önüne. Kendi payıma, bunlardan “Engeller Arasında” öyküsünü aldım yine de. Anlatımcı öykülemeyle kurulmasına karşın “Engeller Arasında”, yazarın dramatik aks üzerinde ilerleyen gerilimi işleyişi, bunun öyküye kazandırdığı artalan özelliği dikkati çekiyor çünkü.

Serabral palsili Mustafa’nın, ortamı etkisi altına alan bakışlarını, yazarın öykü evreninde başından sonuna ustalıkla kullanışı, öyküyü havalandırmaya yetiyor. Çünkü söz konusu bakışların, bir yere gideceğini, bunun öykü için bir sürprize dönüşeceğini seziyor okur, bu hem okuma kıvraklığı kazandırıyor hem merak öğesini kışkırtıyor alabildiğine. Usulca gelişip gitgide yükseliyor bu durum.

Mustafa’nın verandaya giren bütün kadınlara karşı çözümsüz, çaresiz ilgisini, ancak bunun bir biçimde ille de göğüslenmesi gereken sorunsal bağlamında alınmasını içselleştirmiş kadın-anne varlığın bağışlayıcı kavrayışını yazarın mesafeli bir bakışla bize algılatmış olduğunu da ekleyeyim.

Evet, patlamaya hazır bir “bakış” diyebiliriz buna. Okuru, Çehovyen yaklaşımla bu bakışa odaklandırıyor Gülser. Böylece verandadaki kişilere, onların eylemlerine, bu eylemlerdeki karmaşıklığa karşın biz Mustafa’nın bakışlarına kilitleniyor, bizi okur konumunda neyin bekliyor olabileceğine yöneliyoruz.

Bu yanıyla çok iyi çatılmş bir öykü bana göre. Böyle olunca öykünün iç çeperlerinde gerekirlik duyuran kimi yanlar gölgede kalıyor. Sözgelimi kadınlar, her an verandada ya da ev içinde bir eylemi sürdürürken erkekler, belirsizlik sergiliyor. Örneğin baba Cafer, anlatıcının aktardığıyla yer alıyor öyküde, ama kendisi olarak var-değil anlatıda. Aynı şekilde Naci de yalnız “ad”ıyla var, ama öykü kişisi olarak yok.

Bunları anlatıcı kadının eşi için de düşünmek olası, öykünün sonuna yerleşen eş eylemi, tam anlamıyla bir gerçekliğe dönüşemiyor bu nedenle. Ortada görünmeyen bir eşe sonunda yazarın verdiği görev halinde duruyor.

Gülser, serabral palsili bir oğul için kadınları seferber etmekte haklı elbette, ama o zaman da kadınları birer rol modeli alıp erkeklerin buna nasıl uzak kaldığına yönelebilirdi öykünün çatılamasında.

Ancak bunu söylerken unutmuş değilim; öyküde başrolde kadınlar, anne, anlatıcı da değil, serabral palsili Mustafa. Tek başına öykünün odağını o oluşturuyor. Böylece Gülser bizi, onun dramıyla doğrudan yüzleştirme fırsatı yakalıyor, derken onun bakışlarını okur olarak bize yöneltiyor. Sonrasında öyküyü okuduğumuzda, Mustafa’nın bakışlarını sırtımızda değil içimizde taşıyıp öyle çıkıyoruz anlatıdan.

Hele son satırda artık onun yaşamadığını öğrendiğimizde etki gücü daha bir yükseliyor öykünün. Ama yirmi beş yaşındaki bu “koca bebek”in ölümü, on üç yıl sonra “otuz sekizinde” değil de veranda buluşmasından keşke birkaç hafta sonra yaşanabilseydi. Öyküde hem süre çok fazla ölüm için hem de etki gücü düşüyor.

Şu da söylenmeli ama; Gülser Kut Arat’tan öyküde iyi bir başlangıç.