ÖYKÜ KÜRSÜSÜ; Mediha Ünver; Acının Rengi Ebruli – Öykü

Acının Rengi Ebruli

Mediha Ünver

“Bir ömür susup, son nefesinde onun adını sayıklamak!”

Kayıp bir ömre uzanan sisli bir yol gibi uzanıyorsun önümde. Upuzun. Dümdüz. Sessiz ve soluksuz… Son nefesinde sayıkladığın adla cennetinden kovulmuşum! Eğilmiş kametim, bükülmüş belim. Sana, bana, ona, ona, ona… bölünmüşüm!

Başucundayım. Darmaduman, kimsesiz: sevdam zaman kadar ölü, öfkem an kadar taze! Bak, bir damla yaş dökülmüyor gözlerimden! Son soluğun değil, son sözün kapkara bir inme! İnmiş gövdeme, yüreğime… Taş kesilmiş kanım, canım! Akabilseydi, zifiri, katran karası akardı yaşlarıyla gözlerim.

Acının da rengi varmış öğrendim. Gecenin gecesi, siyahın matemindeyim!

Sandalyeye yığılmışım. Nasıl olup da kollarımı, kederle kördüğüm olmuş gövdemden çözebildiğime; kasılmış yumruğumu gevşeterek, parmaklarımda titreşen sevgi mayınlarına takılıp da kirpiklerinin arasındaki dipsiz kuyuya düşmeden gözlerini kapayabildiğime şaşıyorum.

Götürüyorlar seni. İstesem de gelemem ardından, bağı çözülmüş dizlerimin. Soluk alışlarım yorgun, isteksiz. Boş yataktan yayılıp sinsi sinsi odayı kuşatan tehditkâr bir sükût ve giderek solgunlaşıyor sanki odada ışık. Geriye bıraktığın, beni içine attığın, kapkaranlık bir boşluk…

Yitiğim!

Derinden gelen bir sesle “Bayıldınız hanfendi,” diyor hemşire. “Sakinleştirici de verdik, yeniden uyutur sizi.” Acayip biçimlerin doldurduğu kâbustan, bilmediğim bir dünyaya uyanmış gibiyim. Birbiri içinde eriyip, birbiri içinde büyüyor cisimler. Boğazım kupkuru. Ağzımda şişen dilim peltek de olsa dönüyor artık. Duyuyorum da sanki. Giderek artan sesler karışıyor sesime: koro halinde acıklı inlemeler… Sabahı vuran gece, ölüme uyanan fani gün. Şu pencere pervazında pinekleyen garip kuş, kuru dalları kendine ağır koca çınar, gereksiz varlığıyla kasvetli şehir… Hepsi bir olmuş inim inim in…

Yastıktan kaldıramadığım başım hâlâ dumanlı. Yine de sisler içinden seçiyorum onu, beni, en çok da seni…

Giderek başka bir hal alıyor acı. Sen buzdan odalarda üşüdükçe, seni düşündükçe, başka bir renge bürünüyor. Yürek çiziğimden sızıp damarlarıma yürüyen sen: sen yanardağ eriyiğim. Atıyorsun şahdamarımdan al al. Boydan boya acıyım. Boydan boya kırmızı! Kırmızı ve asi. Nereye fırlatacağımı bilmediğim ateş topu. Senin, onun… belki de patlayacak elimde benim!

Aklımda deli sorular.  Al renkli: cevapsız, tehlikeli! Sonrasında kapılıp gittiğim öfke seli… Gücüm yetse bar bar bağıracağım. Kalkabilsen, iki elim yakanda “Ne demek haaa ne demek? Son nefesinde onun…?!” Bakabilsen, göstereceğim un-ufak oluşumu. Duyabilsen soracağım “Hangisine yanayım haa? Hangisine? Sana, bana, O’na…?”

Kalkamayacak, bakamayacak, duyamayacak oluşuyla, yelkenlerimden vuracak bu kez beni. Öfkem kınında fora… Elimde bir beyaz bayrak: son vedaın ıslak mendili!

Dermanım olsa, şahlanıp coşacağım. Alacağım onu soğuk odalardan. Yüreğimdeki korla ısıtıp, al kanımdan kan, soluğumdan can üfleyeceğim. Ak saçlarını okşayıp bağrıma basarken, boynum büküp usulca soracağım.

“Söyle bana: iz sürdüğüm, yoluna yüz sürdüğüm! Sen, sevmeyi bellediğim! Sen kara yağızım, sevmeyenim, hayırsızım! Hangi yâremi hangi merhemle sarayım?

Yârim. Özü sözü bir bildiğim. İlk ne zaman ayrı düştü öz söze? O bize gelende mi, yoksa ondan önce… Kılı kırk yarmaktan zor muydu durumun? Ya da sırat köprüsünden hallice?

Ya ben neyindim senin? Neyin? Belli ki yalnızca bir yaprak hışırtısıydım ormanında, bir kelebek uçuşu. Yağmur sonrasında nemli toprak kokusu, kovuğundan akan suyun sakin şırıltısı. Tüten ocağın, tencerende aşın, kolalı gömleğin, jilet pantolonun,  mis kokulu çarşafların…

Eteğine sığınıp, sinesine yaslandığım. Yanardağım; tütenim, dumanım… Bilmez miydin ufkum göğe meydan okuyan mağrur başındı… Ötesi sensizlik, ötesi gurbetti…”

Sakinleştiricinin esintisiyle yavaş yavaş savruluyor üstümden ölü toprağı. Bulutların ardında, puslu bir hüzünle ışıyan aya tutunmuş gözlerime ağır geliyor artık ıslak kirpiklerim. Bedenimde, yüzümde, hatta saçlarımda ise neredeyse mutlu diyebileceğim dumansı bir uçuculuk. Hissediyorum: har-ı nâr kafesimden kül kuşunun kabarışını, üst dudağımda kanat çırpıp, onun çok sevdiği hilal kaşlarımdan havalanışını… Süzülüyorum aya doğru. Gecenin karasından geçiyorum, şafağın kızılından. Epeyce yaklaşmışım, neredeyse dokunacağım. Önce bulutlarını dağıtıp, sonra hüznünden öpeceğim.

Elimi uzatmamla başka bir dünyaya düşmem bir oluyor. Düşüyorum, karadan, kızıldan geçip mavi bir atlasa düşüyorum. Mavi bir güne. Mavi fistanlı, maviş gülüşlüye…

Düşmemle, gözünü kırpmadan suya atlayıp, elvermesi bir oluyor. Var gücüyle çekip alıyor içinde debelendiğim dereden.

“Demedim mi sana, sen köprüden geç diye…”

Suyu yara yara ilerlerken kıkırtısından zor anlaşılıyor ne söylediği. Ben korkuyla, kesik kesik yuttuğum suyu öksürürken, onun her durumdan gülücükler derleyişi… Pes doğrusu! Yer yer, belimize kadar yükselen akıntıdan fırlayıp, yeni uyanan memelerimizi kemiriyor derenin bahar coşkusu.  Ya o, tehlikenin farkında değil, ya tehlike onun! Öyle yapışmışım ki eline, çıkınca bile bırakamıyorum. Dişlerim birbirini dövüyor hâlâ konuşacak gibi değilim. Geçip yamacına, minnetle deli mavi gözlerine bakarken aramızdaki “sus dilinden” sesleniyorum: coşkun akan dereden el vererek geçtiğim, aynı tastan su içtiğim, yavan ekmeği bölüştüğüm, çocukluğum, ilk gençliğim… Aynı anadan doğsak bu kadar severdim seni; bacılığım, usul boylum, gülecim…! Anlamaz mı? Anlar.

Yanağındaki su damlacıklarını elinin tersiyle silip, soğuktan mora çalan dudağını büzerek omzumu sıvazlıyor. Anlamam mı? Anlarım. Bu “Hadi ordan!” deyişi. Şu yanağında benek benek olanlar ise “ne gerek var” gülüşü. Elleri dursa gözleri, gözleri dursa çilleri gülümsüyor kızın. Islak ıslak…

Sırılsıklam, titriyor olsak da geri dönecek değiliz köye. Çeyiz kaçkınıyız. Atmışız bir kenara kanaviçeden küstüm yastıklarımızı. Aynı örnek ama rengi değişik. İşlemişiz: Hüma mavi, ben sarı! Yatılı okula gitmeden son baharımız bu. Doyasıya yaşayacağız elbet turfanda gençliğimizi! Islak fistanlarımızı çıkarıp, sıkarak giymişiz geri. Hâlâ su damlayan beliklerimizi açıp salmışız belimize. Postallarımızı da aldık mı elimize…

Doğa ana cömert: gök mavi, güneş sıcak, kırlar davetkâr. Uçsuz bucaksız yeşil sarmış dört yanımızı. Öyle sıkı tutmuşuz ki hayatın yularını: başımızda papatyadan tacımız, koşmuyor, uçuyoruz bayır aşağı. Yanaklarımız elma, kollarımız bahar dalı…

En doruktaki kayaya çıkmak zor. Ama çıkacağız. “Çıkabiliriz!” Öyle diyor Hüma. O çıkıyor, ben bakıyorum. Olsun… Alçaklarda kaya kınası toplamak da güzel. Kartal yuvasına nasıl ulaşabildiğine yalnız ben değil, avucumda ovalayarak tükürüğümle yumuşattığım kına bile şaşıyor. Usulca bakıyorum etrafıma, dağ taş selama durmuş neredeyse! Hele o kollarını tüm dünyayı saracak kadar yana açıp, hiç eğilmez gibi duran mağrur başını göğe vererek “hel..hel.. huuu!”diye seslenişi yok mu? İşte o an, gözlerimle gördüm. Tam o an: mavi elbisesi ve at yelesi saçlarını uçuşturan rüzgârla, yankı yankı büyüyen sesiyle: gök maviye, mavi Hüma’ya karışıyor. Mavi Hüma’ya çok yakışıyor!

***

Nasıl getirildiğimi bile bilmediğim evin, e-vi-mi-zin odasındayım. Oda-mız-da! İyice ağırlaşmış başım avuçlarımda oturuyorum karyolada. Kar-yo-la-mız-da! Duvardaki saatin beynime vuran tik taklarına karışıyor, hâlâ kulağımı tırmalayan o yitik ses “hel, hel hu!…” Onun dışında her şey flu. Yalnız bana çarparak, bahçe kapısından fırlayan çocuklar ve eşik dibine irili ufaklı üst üste yığılmış ayakkabılar net. Kimi zavallıca ters dönmüş, kimi yalvarır gibi havaya açtığı ağzıyla, acınası, dokunaklı… Çocuklarınsa tutunamaz ki acı yüzlerinde. Çoktan boyladılar sokağı.

Uğurlayacağım seni, az kaldı… Usuldendir karalar giyiniyorum. Tam başımı örterken pencerenin önündeki sardunyalara takılıyor gözüm. Yas nedir, acı nedir bilmiyorlar! Yaprağından çiçeğine coşmuş, inadıma inadıma rengârenk gülüşüyorlar. Senin onları aheste aheste sulayışın geliyor aklıma. Sularken hüzünlü bir ıslık tutturuşun, açan her çiçeğinde umutla gülümseyip üstlerine titreyişin. Hatta bazen gizlice öpüşün… Her sene tohumlarını toplayıp mendiline sararak bir sonraki yıla saklayışın. Sabırla yeşermelerini bekleyişin… Bahçeyi giderek saran, kuştan sardunyalar!

Ve onun sardunya çiçeğiyle kapıdan girişi… E-vi-miz-deki ilk sardunya: sardunya/nız! Elimdeki siyah eşarp düşüveriyor! Sükûnetim öfkeye dönüşüyor aniden. Gidip hızla pencereyi açarak yapışıyorum elime geçen ilk sardunyanın köküne. Kavramışım, tam sökeceğim yüzün/üz geçiyor aklımdan. Gevşeyiveriyor parmaklarım. Bir suçlu gibi gezinirken çiçeğin üstünde elim, duraksayıp solmuş bir iki yaprağını koparıp atıyorum. Bir şiirden bir cümle düşüyor dudaklarıma:

“Sardunyalara su vermekle tüketemediğimiz şeymiş aşk.” Boğazıma düğümlenen sesim ağlamaklı…

Hava mı beni, ben mi havayı bulandırıyorum emin değilim. Gittikçe kapanıp ağırlaşan tehditkâr bir hava var dışarıda. Art arta çakan şimşeklerin sesi ulaşmıyor şehre daha. Birbiri üstüne kümelenmiş kara bulutlar dört bir yandan uzanıyor üstümüze doğru. Komodindeki aynaya çarpan bakışlarım korkuyla kırılıp bükülüyor. Ben miyim karşımda duran şu enkaz, şu çökmüş kara, sarı beniz. Sensin elbet diyorum omuzlarımı kaldırıp. Haykırıyorum aynaya

“Sen: Heba bir ömrün ve aldanışın sunağı!”

Bak haline ve gör: dökülüyorsun hâlâ yaprak yaprak. Kapladı figanın ortalığı. Yer, gök, sen.. sarı. Acının rengi bu kez sensin. Senin rengin sarı. Köküne kadar sarısın. Sapsarı…

Mırıldanıyor muyum yoksa yalnızca aklımdan mı geçiyor sonrası bilmiyorum. Tanımsız bir hesaplaşma içimdeyim. Öyle el elde, baş başta otur dur bakalım yatağında. Dökül dur, düşün dur ne zaman, nasıl başlamıştı diye?  Öyle çok anlatmış, öyle çok yaşatmıştım ki yuvamızda Hüma’yı! Kim bilir ya görmeden tutulmuştun ona, ya da sonrası… Kıskanmadım diyemem geldiğinde. Bilirsin, ne de olsa kıskanmak sevmenin üvey kardeşi. Kıyasladım kendimi: ne ondan daha iyiydim, ne o benden kötü. Güzellikse at başı… Bilirdim: iyiden, güzelden öte bir şey vardı onda. Sanki zaman içinde güneş yakıcılığından, rüzgâr özgürlüğünden, yıldızlar ışıltısından bir şeyler bağışlamıştı ona. Yağmur, bulut durur mu? Al demiş biri kokumdan, diğeri uçuşup durur gözlerinde. O gitti: senden, benden, bizden. Ömrümüze gölgesini bırakarak. Dönmemecesine! Kalışı az, gidişi apansızdı…

Kalk toparla kendini. Son vedadır bu! Kuşan matemini, dik tut başını! Nedendi, niçindi diye düşünüp durma. Bazı şeyler nedensizdir de, kendiliğinden olur de, engellenemez de. Şu havaya bak mesela: Giderek yaklaşan bulutlara, artık sesi de iyiden iyiye duyulan gök gürültüsüne. Ve cesaretini toplayıp yürü üstüne! Haydi, durma tut şimşeği ellerinle, çakmasın! Yağmura kanat ger, yağmasın. Güneşe dur de, sabah olmasın, geç önüne yıldızların, kaymasın…

Yapamazsın! Yapamadı! Yapamadılar… Yine de avuntu tesellisiyse acının, avun! Güneşle ayın arasında sen vardın: Sen dünya! Ve onlar, bir ay tutulması kadar masumdular…

Koyuveriyorum kendimi. İlk kez hüngür hüngür ağlarken soruyorum.“Ey, sonsuz susuş, ebedi söyleyiş! Söyle bana: Hayat dediğin iki nefes arasında kaç kez ölür insan. Kaç kez doğar? Kaç cephede vuruşur oğulların, kızların? Aşk sevgiye kılıç biler de dostluk kınında durur mu? Kaç mumda söner arzular, kaç adaktır unutuş?”

Hadi durma haber sal Hüma’ya gelsin! Ömründe doyasıya gülmedi, doyasıya ağlasın!

Bense koydum acımın adını: Ebruli! Çifte kavrulmuşundan: Biraz kırmızı, biraz sarı, biraz mavi…

 

20 Ocak 2019 / Düzenleme 16 Şubat 2019