YIRTIK BEYAZ ATLET
Meliha Yıldırım
Genç kızlığımda da böyleydi, oğlanlarınki kazaklarından bile fark edilir, benimki edilmezdi. Göğü görmez, öyle dümdüzdü. Filizin topraktan fırlayıp başak oluşu engellenebilir mi? Yine de yıkandıkça çeken daracık kazağımdan bile belli olmasını önlerdim.
Onları minicik dantelli beyaz atletimin arkasına sıkıca hapsederdim. Kafasını yerden kaldırmaya çalıştıkça, çengelli iğnelere direnemeyen atletim tutturulduğu yerlerden yırtılır, sonra yeniden yeniden. Aynı hizadan delinmeler, epeyce yormuştu annemin kafasını da. Baskılardan kurtulamayan kızmemem sonunda hep yere baktı.
Karşımda, irice omuzlarını güçlükle tutan ip askılı kadının aldırmaz görüntüsü. Ergenliğimi kendime çağrıştırmama sebep. Onları yok sayma, varlığını inkâr etme gayretim, bilmeden içimde yer etmiş demek. Gözümün takıldığı da, kaybolacakmışçasına dip dibe oturmuş insan yığını içinden seçtiğim herhangi birinden ziyade, saklamak için sürekli bir şeyleri bozmak, zarar vermek zorunda kaldığım kendi yırtık beyaz atletim.
San Marko Meydanı’ndaki Dükler Sarayı’nın önündeyim. Mahşer kalabalığının içinde, gondollara binilen yere yakınım. Biraz hediyelik eşyalara bakındım önce. Tişörtler, çantalar, biblolar… Seçeneğin fazlalığından mı, yoksa depreşen huyum yüzünden mi, kararsızken. Son turda gözüm çevreye daha bir alışmış olacak ki herkese aynı hediyeyi alıverdim. İçini birkaç düzineye yakın rengârenk murano kolye kutularıyla doldurduğum büyükçe bir çantayla, meydanın sol köşesindeki basamaklara çöktüm.
Bizimkiler gondollara binip çoktan gittiler. Benimle birlikte birkaç kişi daha gidenlere el salladı. Meydanda öbek öbek insan, uğultu, müzik, bağırış. Öyle ki oturduğumuz en az on asırlık, soluk mermer zemin yarılıp hep birlikte denize düşecekmişiz korkusu yaşıyorum. Yan taraftaki restoranın önünden keman ve viyola sesleri umursamazca arada bir yükseliyor. Dinlerken iki sigarayı üst üste içiyorum.
Gözüm başka yerlere takılıyken, uzaktan beyaz atletinden tanış olduğum kafile çoktan gitmiş. Kapalı gişe oyununa bilet bulma çabukluğunda, yerleri hemen dolmuş. Çocuklukla ergenlik arasındaki şaşkın halim de bu beyaz atletliyle birlikte kayboluyor.
Tanımadığım insanların ardından, yine yalnız olduğum aklıma geliyor. Gondola neden binmediğime hayıflanıyorum. O binmediği için vazgeçmemiş miydim? Oysa ilk gelenin hac vazifesi yapar gibi mutlaka gondolla dolaşması gerektiğini bana kaç kere söylemişti. Buluşma yerinden ayrılmamamı tembihleyip bir yere yetişecekmiş gibi çarçabuk görünmez oluyor. Gözüm şimdi boşuna arıyor onu.
Bir taraftan iyi geliyor kalabalıkta tek başına, boş boş bakınmak. Başkasıyla sohbet etmeye gösterdiğim çaba, kendime yaptığım eziyetten başka bir şey değildi, çoğu kere. Bazen hatalı söylediğimi düşündüğüm bir tek laf bile düzeltme telaşım yüzünden kaçıp kurtulmaya zorlar beni. Tam tersi olduğunda, bu sefer bana söylenen sözün saçmalığını anlamamış görünmek için olmadık işlere bulaşırım. Saf saf bakma yapmacıklığımın anlamsızlığından, neden karşılık vermediğime pişman olma halimin gereksizliğinden, gününü gösterememenin acizliğini başka sohbetlerden çıkarmaya çalışma hesaplarımdan, aklımın bir köşesinde tutup ilk karşılaşmada lafı oraya getirerek, finali yapma hayalimin çocuksu kahramanlığına kadar ucuz planlar yaparken bulurum kendimi. Oysa şimdi turunu tamamlamış, meydanın kıyısına yaklaşan gondollardaki insanların büyük iş başarmış kadar mutlu, tatlı telaşını izlemek daha çok hoşuma gidiyor. Batının kemana eşlik eden viyola sesine alışmış kulağım, buraları tekrar göremeyeceğimi bilmenin garip hüznüyle bakınıyorum etrafa. Aklım, başka dünyanın varlığını hafızaya almakla meşgulken, unuttuğu geçmişin izleriyle de rastlaşıyor.
Yırtılan atlet hikâyesini, bir akşam kırk yıllık arkadaşım Fahri’ye anlatmıştım. İkimizin de kafası bozuk, sohbet koyuydu. Çocukluktan açılmıştı mevzu. Onun neler söylediğini hatırlamıyorum, öyle çok konuşmuştu ki o gece. Fakat benim birkaç cümlemi dikkatlice dinlemiş, sustuğum bir anda, sabırsızca yarım kalan masalın sonunu tamamlamak istercesine; −Sonra, diye sormuştu merakla. −Senin yakan hep açık. O yüzden mi? Fahri hep dikkat etmişti.
Son sigaramı yakmaya hazırlanırken, önce saatime bakıyorum. Son otuz dakikayı fark etmenin telaşıyla, yaktığım gibi iki nefes çekip hızlıca söndürüyorum. Tüylü köpeğin ıslanmış gövdesini titreterek sularını etrafa sıçratması çevikliğinde, uyuşmuş ayaklarımı sağa sola sallıyorum. Meydanla kesişen birkaç sokaktan gözüme en uzak görünene, bizdeki Bizans’ın altın kapısına benzer motifli, yüksekçe görünen bir binanın bulunduğu sokağa öylesine sapıyorum.
Bu dar sokakta, murano kolyelere baktığım yerler gibi ayaküstü uğranılıp alelacele alınacak, küçük alanları mallarla şişirilmiş dükkânlar yok. Başka bir muhite yürüdüğümü, ilerledikçe daha fazla fark ediyorum. Vitrinlerine elmas koymuş havasında, özenle yerleştirilmiş çanta ya da ayakkabıların bulunduğu mağazalardı bunlar. İçlerinde tek tük birileri. Ardı ardına dizilmiş resim galerilerinin, oralardaki tabloların, heykellerin azametli duruşlarının önünden resmi tören geçişi yapar gibi yürüdüm. Kalabalığa alışmış halim, daha şimdiden sakinliğin içindeki bu aşırı sadelikten yavaş yavaş ürkmeye başlamıştı bile.
Arkadaş partisine giderken yolunu şaşırmış küçük kız çocuğunun tedirginliğiyle arada bir arkama dönüp beni çağıracak tanıdık bir ses, bir yüz arıyorum. Ancak hissettiğim bu yabancılık, bilinmezliğin dostu, her seferinde sanki korkuyu çağırıyor. Artık, kafasında ucu sivri siyah şapkasıyla, ıssız sokağın köşesinden fırlayacak birini bekliyorum her an. Kemerli burnun kenarında sallanan büyük et benli bir cadıyla karşılaşmam an meselesi. Kötülüğe duyulan ilginin cazibesi mi, ayaklarımı daha ileriye gitmeye zorlayan? Garip bir şekilde, korka korka da olsa gelmişken her yeri görme isteği duyuyor fakat attığım her kararsız adım sadece onu getiriyordu aklıma. Karanlığa giden bütün yollar, nedense onunla durumumu aydınlatıyor, bu hafi ilişkiye çıkmaz sokakta bile çareler aratıyordu.
Yeni gireceğim başka bir dar sokağın başında gördüm onu. Önüne bakmadan, kafasını bir an olsun çevirmeden, boynu kopacak kadar omzundan yana dönmüş, dinliyor ya da konuşuyordu. Yakınından geçsem dahi fark etmeyecekti beni. Mekândan tamamen o mu kopmuştu yoksa ben mi, belli değildi. Sonra, onun gibi yanındakine diktim ben de gözlerimi. Uçakta iki sıra önümde yan yana otururken. Şimdi yine önümdeydiler. Fakat kadın kafasındaki siyah hunili şapkasıyla, buraların soluk mermer zemini kadar yerine aşina görünüyordu.
Geri döndüm hemen. Yönümü şaşırmaktan korka korka. Vitrinler yürümeye başlamış, üstüme üstüme geliyordu. Marka çantaların ağır zincirleri boynuma dolanmış, boğazıma değen soğuk metalin gittikçe sıktığını hissediyordum. Heykeller, içlerine ruh üflenmişçesine tuhaf tuhaf bakıyorlardı bana. Artık nefes alamıyordum. Tam o sırada duyduğum ürkünç sesle kendime geldim. Kül renkli tiftiklenmiş saçlarıyla, örgüsü ip ip kaçmış hırkalı yaşlı kadının kendisiyle kavgasını kendime zannedince hızlandım.
Nihayet buluşma yerine döndüğümde, gondolla gidenler çoktan gelmiş, okul öncesi çocuk acemiliğinde, neşeyle sayılmayı bekliyorlardı. Gök kararmış, eski ay erkenden belirmişti. Birkaç yıldız yeni yeni denize bakmaya hazırlanıyordu. Yürürken yana kaymış tişörtümün yakasını öne çekiştirerek elimle düzelttim. Daha grubun tek tek sayılması yeni başlanmıştı ki eksik bulunmadan, karşı yoldan koşarak geldi. Yüzünde anlamsız bir gülümsemeyle bitti yanımda. −Nasıl, beğendin mi buraları, diye sordu hemen. Hep bıraktığım yerde mi oturdun, biraz dolaşsaydın keşke, diyerek ilgilenmiş de oldu. Ne demem gerektiğini bilememenin şaşkınlığıyla, sadece birkaç adım uzaklaştım ondan. Boşalan iki adımın hesabını yapar gibi hemen yaklaştı, o da.
Geldiğimiz tekneyle geri dönerken, içimde anlamsız bir neşe vardı. Tuhaf bir rahatlamanın içindeydim. İşten atıldığım halde kendime duyduğum abartılı güvenin verdiği huzur nasılsa.
Peki, ya ben! diye düşününce. Yırtık atletimin içindeki çekincelerim kadar masum muydum? Gülümsemeyi bıraktım.