Allah’ın Emri…
Nesrin Baki Tosun
Karıncaların hız denemesi yaptığı, sineklerin havada taklalar attığı, insanların hep bir ağızdan konuştuğu, sıcağın sıcaaak diye bağırdığı bir yaz gecesinde, apış arası pişik olmasın diye dürülmüş gazete ile yellenen Nezahat’ın istenme günüydü. Daha serin olur diye evin bahçesini ayarlamışlar, bolca sandalye almışlardı kahvehaneden. Bu neyin hazırlığıydı? Sanki evde nişan yapılacakmış gibi pürtelaş. Kalabalık mı? Kalabalık… İnsan silsilesi koşturuyordu.
Nezahat tembeldi.
Nezahat güzeldi. (Demek isterdim.)
Nezahat vurdumduymazdı.
Nezahat şişmandı… Ama öyle böyle değil bildiğin düve.
O malum gün için iki top kumaşı bir araya getirmiş anca göbeğini örtmüştü sanki. (Tamam, kabul ediyorum biraz abarttım.) Olsun, Nezahat mutluydu. Elinde kahve tepsisi misafirlerin arasında keklik gibi sekerken lafı annesi kapmış isteklerini sıralıyor, dünür adayları onu dinliyordu. İki parmak kalınlığında altın kemer isteğine gelene kadar her şey normaldi. Damat adayının, ”Yok artık!” çığlığı ile yanında getirdiği taallukatı önüne katarak gözden kaybolması bir oldu. Kör yarasalar bile bu duruma baş aşağı durarak tepki verdi. Hızlanan karıncalar durdu, takla atan sinekler kaçtı. Buz gibi bir rüzgâr yaladı, kalanları…
Nezahat üzgün,
Nezahat suskun,
Nezahat umutsuz…
Beline doladığı altın kemeri veren İhsan’a kaptırdı gönlünü. Avrupa’ya gelin gitti en son… Annesinin topuklarını birbirine vurarak oynadığı, babasının gökyüzünü silah sesleri ile inlettiği davullu zurnalı bir düğünle uğurlandı.
On iki yıl sonra asbest fabrikasından çıktı ölüsü, iki çocuğu geride bırakarak…
Altın kemer mi?
Nezahat’ın ruhuna dolanıp gitti… (Demek isterdim.)