ÖYKÜ KÜRSÜSÜ; Selma Sayar; ‘Son Bir Bakış’ – Öykü

Son Bir Bakış
Selma Sayar

Aklının başında olmadığı zamanlardı. Gençti. Damarlarındaki kan delidolu akıyordu. Her şeye aşk gözüyle bakıyor. Kış mevsiminin zemheri soğuklarında vücudunu kırk derece ateşle yakan da, cehennem sıcağının ortasında zangır zangır soğuktan titreten de bu duyguydu!

Arkeolojiyi isteyerek seçmiş, hem öğrencilik, hem de sonrasında pek çok kazıya katılmıştı. Yüzlerce, binlerce yıl önce yaşamış insanlara, ilk parmak iziyle dokunmanın heyecanını çok yaşamış, bu heyecan, arkeolojiye olan ilgisini bir sevdaya sürüklemişti. İlk kazı deneyiminde hocasının sözünü belleğine kazımıştı.

“İki bin beş yüz yıl önce, birisi diyelim ki kaşık yapmış ve yeraltında duruyor. O esere bugün ulaştığında, çıkarttığında onu yapanla ilk kez parmak iziniz buluşuyor. O kadar olağanüstü bir duygu ki. Dünyada sadece bir kişi o da sen, o objeyi yapan ustayla yüzyıllar sonra buluşuyorsun. Hadi gel de işine sevda duyma, hadi gel de işinde heyecansız olma.”

Meslek yaşamında mitolojiye merakıysa, Antalya’da kazı görevlisi iken Medusa’nın başını bulduklarında başlamıştı. Sonraları arkeoloji kadar, hatta daha fazla mitolojiye de sevdalanmıştı.

Medusa’nın başını saklandığı yerden çıkardığını, örselemeden, özene bezene temizleyip eline aldığını, saatlerce, evire çevire, en ince ayrıntısına kadar inceleyerek baktığını anımsadı. Biraz önce telefonda söylediği, “Yüreğin taş olmuş. Allah seni taş etsin. Taş etsin ki ben de yüreğime taş basmış olayım,” sözü,  Yunan mitolojisinin bahtsız kadını Medusa’yı çağrıştırdı. Günümüzde “taş kesildim” deyiminin kökeninin aslında Yunan mitolojisine dayandığını, bir korku anında ya da hiç beklenmedik bir durum karşısında ‘taş kesildim’ dendiğinde, bize bu korkuyu salanın, yılan saçlı Medusa olduğunu düşündü.
Medusa’nın başı, kendisi için yalnızca bir taş heykelin başı değildi. Algı dünyasının derinliklerinde, gözlerine bakanı taşa çeviren, keskin dişli, yılan saçlı, kanlı canlı bir Gorgon’du. Kime bakarsa, baktığı kişi taş olurdu…

Hocasından ilk dinlediğinde ve okuyup araştırdığında Medusa’nın efsanesinden çok etkilenmişti. Hatta arkadaşlarının özel günlerinde hediye olarak, alçı döküm Medusa Başı götürürdü. Hediyeyi sunarken, beden dilini de kullanarak hikâyesini bir güzel anlatır, her anlatışında heyecanlanır, dinleyenleri de heyecanlandırırdı.

Uğruna her türlü fedakarlığı yapacak kadar çok sevdiği ve “Kadınım, yüreğimin öteki yarısı, can parem,” diye seslendiği kızla, gönül verdiği arkeoloji bölümünde tanışmıştı. İlk vakitler soğuk bulmuştu kızı. Hatta biraz havalı bir duruşu, lüle lüle saçlarını rüzgârda savuruşu, kırıta kırıta yürüyüşü vardı ki herkesi kendine hayran bırakıyordu. Bu yüzden mesafeliydi, ama ilgisini de çekmiyor değildi. Zaman zaman içinden, kızın bu haliyle kazılara nasıl katılacağını düşünüyordu. Bir süre uzaktan izlemeyi tercih etti. Her geçen gün onu tanıma merakı artıyordu.

Fırsat, ortak bir projede çalışmalarıyla ayağına gelmiş oldu. Sevinmiş, bir taraftan da tedirgin olmuştu. Ya uyumlu bir çift olamazlarsa? Çalışmaları güme gider, mezuniyet de riske girerdi. Baştan sıkı tutmalıydı çalışmayı. Öyle de oldu. Projenin taslağını hazırlamış olarak geldi buluşma yerine. Ama o da ne? Şaşırtıcı bir şekilde benzer bir çalışmayı kız da yapmıştı. Şaşkınlıktan küçük dilini yutacaktı. Çaktırmadı. Önce kızın hazırladığı çalışmayı dinlemek istedi. Hiç itiraz etmeden anlatmaya başladı kız. Ama ne anlatış! Kendinden geçer gibi, büyük bir istekle, örnekler vererek anlatıyordu. Hiç susmasın istedi. O kendini beğenmiş kız gitmiş, kendinden emin, birikimli, neden bu bölümde bulunduğunun farkında olan bir kız gelmişti. Bir şeyin daha ayrımına vardı o anda. Anlatırken kızın yüzüne bir hüzün çökmüştü sanki. Gizlediği bir hikâyesi varmış gibi geldi. En çok  da Medusa’nın efsanesi birleştirmişti onları. Onunla ilgili konuşmayı çok seviyorlardı. İkisinin ortak paylaşımlarından biri olmuştu sanki.

Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Boş vakitleri bile beklemeden, proje bahanesiyle buluşmalar başladı. Tartışma, gülüşme, birlikte yemek yapma, kitap okuma, sinemaya gitme derken, günün büyük bir bölümünü beraber geçirmeye başladılar.

Doğum gününü kutlamayı sevmezken, kız sayesinde kutlamaya, olmadık zamanlarda ona sürprizler yapmaya başladı. Örneğin kaldığı sitenin kapısından başlayarak çok sevdiği papatyalarla merdivenleri süslemek en sevdiği şey oldu. Ama içinde tarifini yapamadığı bir tedirginlik de günbegün artıyordu. Bu büyünün bozulacağını düşünüyor, uykuları kaçıyordu. Biraz da kızın zaman zaman sergilediği gizemli tavırlar neden oluyordu bu fikre kapılmasına. Olmadık zamanlarda telefonuna gelen mesajları açıklamakta zorlanması, bir köşede kulağında telefon fısır fısır konuşması, sonrasında sessiz ağlayışları yüreğine bir kor düşürdü. Çünkü onsuz yapamayacağını biliyordu artık. Varlığıyla nefes alıyor, rüyaya dalsa onu görüyor, eve biraz geç gelse hemen telefonuna sarılıyordu.

Bir sabah uyandığında yanı başında bir not gördü. “ Senin bir suçun yok.”

Gitmişti, ardına bakmadan, nasıl bir enkaz bıraktığına aldırmadan.
Şoka girmişti. Yüreğinin öteki yarısı kuş olup uçmuştu. Yapayalnızdı şimdi. Günlerce hatta aylarca yasını yastı. Baktığı her kadında onun yüzünü gördü, ölmek istedi, beceremedi. Yaşamına kaldığı yerden devam etmeye çalışırken, bir gün, telefonu çaldı. Zil sesi yerine, “Bir tek seni sevdim, gerisi yalan,” şarkısının ezgisi, yüreğinin bütün derinliklerinde yankılandı. Hayıflandı. Kaygılandı. Heyecanlandı. Tanımını yapamayacağı korkuyla karışık bir duygu sardı her yanını. Aslında ona olan bütün güvenini kaybetmesine rağmen sevgisini bir türlü söküp atamıyordu içinden. Yalnızca o aradığında, zil sesi yerine çalan bu ezgi ile her defasında anılar yolculuğuna çıkıyordu.

Kaçıyordu. Kimden? Ondan mı, kendinden mi? Bunun yanıtını bile bulamıyordu. Görmezden gelmeyi denedi. Görmezden geldiği her şeyi gözleri önünde buldu. Sürekli gülen yüzü, gülmez oldu. Oysa yüzündeki gülümseme, doğduğundan beri kendisiyle beraber yaşıyordu.
Parmaklarının sıkıca kavradığı telefon, karşıdan gelen sesleri dinledikçe yavaş yavaş elinden kayıyordu. Bir zamanlar her sözü uçururken, şimdi uçurumlara düşürüyordu. Ses vermeden dinliyor, dinledikçe aklını yitiriyordu ve taş kesiliyordu!

“Yüreğin taş olmuş. Allah seni taş etsin. Taş etsin ki ben de yüreğime taş basmış olayım,” diyebildi ancak. Kulağındaki telefonu sıkıca kavrayan parmak kasları gevşedi. Telefon, kayarak yere düştü.

Elindeki telefonun granit sert zemine düştüğünü ve gövdenin kapaktan ayrılıp, pilinin dışarı fırladığını bile fark etmedi…

İnceldiği yerden kopmasına izin verseydi, bugün bu acıyı yaşamayacaktı ve canı bu kadar yanmayacaktı. Bir gün giderse, pişman gideceğini sanıyordu. Ama düşman gibi gideceği aklının ucuna bile gelmemişti.

Ona son bir kez bakıp ölmek istedi.