ÖYKÜ KÜRSÜSÜ; Tuba Aktaş; ‘Kayıp’ – Öykü

KAYIP

Tuba Aktaş

Yavaş biraz, dedi, Umay. Tabakhaneye bir şey mi yetiştiriyoruz?

Gazdan ayağımı çektim. Hangi ara yüz yirmiye çıktım. Kaymak gibi yol, bas basabildiğin kadar. Zaten her şey böyle başlamadı mı? Bitimsiz tam yedi yüz otuz gün.

Uzun aradan sonra Altay ile karşılaşacağım için mutluyum. İşletmeyi mayısta açmışlar, Borç harç bir işe giriştik kanka, dedi telefonda. Sonra da ekledi, Bu cumartesi atlatmak yok, kesin bekliyorum haa… Yakut Teyze’yi de getir muhakkak. Valideler de mahalleden arkadaş zaten.

Hepi topu iki yıl oldu ama bambaşka yerlerden geçiyor gibiyiz. Değişim, benim bu üç heceliyle sorunum var. Neyse ki Apollon’a gireceğim sapağı kaçırmadan sola kıvırdım. Asfalt dar yol boyunca zeytin ağaçları uzanıyor. Üç yüz metre kadar ilerleyip durdum. Geldik. Gizem, tabletten başını kaldırdı ve anne kız kıvrak hareketlerle indiler. Annem de yavaş ama temkinli önce sağ, sonra da sol ayağını aşağıya attı.

Gaia’nın kucağındayız sanki. Apollon’a yöneldik, zeytinlikler seyreldikçe aralarındaki çadırlar gün yüzüne çıkmaya başladı. Gizem, çadırlara bakıp, Bunlar renkli kaplumbağa gibiler, dedi. Gülüştük.

Kamp alanı kalabalık. Gözlerim Altay’ı ararken, ötelerden sesi çınlıyor. Hoş geldiniz!.. Annemin elini öpüyor, bizimkilerle el sıkışıyor. Gizem’le şakalaştıktan sonra sıkı sıkı sarılıyoruz, sırtımı sıvazlıyor.

“Özlemişim yaa, nerelerdesin?”

“Benim hikâyeyi az buçuk biliyorsun.”

Yüzü düşüyor, önüne bakıyor. Ne demek bu, namütenahi iki koca yıl.

O önde biz arkada denize yakın bir masaya geçiyoruz. Derin bir soluk alıyorum. Ciğerlerim iyotlu havayla doluyor. Tazeleniyorum o an. Altay kamp alanını kiralama macerasını anlatırken Belen Hanım, geliyor. Onlar da annemle koyu bir sohbete dalıyorlar. Eski komşular, geçmişten kesitler, evlatlar, torunlar, yemek tarifleri, hayat pahallığı, iklim değişikliği, konu konuyu açıyor. Muhabbetin aktif ve pasifi arasında örtük bir çekişme seziliyor. Laf ebeliğinde skor berabere.

Altay, Kanka, kusura bakma müşteriler durmuyor, etrafı kolaçan edeyim dönerim, diyor. Yıldız da Demir’le gelir zaten, sohbete devam. Gecikmem, merak etmeyin. Ne içersiniz bu arada?

Hepimizin ağzından sözleşmiş gibi “Çay,” çıkıyor. Masadaki sohbetin bana kaymasından çekiniyorum. Kafam ütülendi, yorgun hissediyorum. Biraz uzaklaşmaya ihtiyacım var. Tuvalet bahanesiyle masadan kalkıyorum. Dinlemek, dinlemek benim bu üç heceliyle sorunum var.

Biraz açılıyorum, masaların arasında Yıldız’ın yüzü parlatıyor. Bir an göz göze çakışıp kaçıyoruz. Demir yanında, gördüğümde iki yaşındaydı. Şimdi, dört olmalı. Al yanaklı, gözleri ışıl ışıl, esmer, sevimli bir çocuk. Havadan sudan ayaküstü başlayan sohbet, oturduğumuz masada devam ediyor. Umay, amansız bir mücadelenin içinde. Demir’le Gizem’e oyun kurmaya çalışıyor. Biraz sonra kendi hallerine bırakıp, sandalyesini çekiyor: Oğlunuz pek nazlı. Yıldız’ın bakışı uzaklaşmış. Göz ucuyla çocukları izliyorum çaresiz. Durum pek iç açıcı değil. Gizem, Demir’in üzerine gittikçe Demir, kaçıyor. Sonunda Gizem de pes edip, Demir benimle oynamıyor, diyerek şikâyete geliyor.

Umay’la Yıldız’ın ikinci karşılaşması, yine de çocuklar üzerine sohbet derinleştikçe derinleşiyor. Gizem oyun arkadaşı bulamayınca, Ben balık tutanları izleyeceğim, deyip sahille kamp alanını ayıran taş duvara yöneliyor. En uzaktaki balıkçının yanında gri köpek gözüme ilişiyor. Gözlerimle onu takip ederken bir karabatak hızla denize dalıp gagasında balık, yükseliyor. Belen Hanım ve Yıldız mutfağa bakıp gelecekler.

Yıldız’ın masada bıraktığı gözleriyle kendimize dönünce, annem fırsatı kaçırmıyor, kaza mevzusunu açıyor. Sırası mı şimdi, diyerek konuyu kapatıyorum. Derin bir iç çekme ihtiyacı duyuyorum. Annem, Bu kadar badireden sonra eski işine dönmek iyi gelecek sana, diyor. Oralı olmuyorum ya da umursamamış gibi yapıyorum. Gizem markajımda. Sahil boyunca ikidir volta atan, kırmızı tişörtlü iri yarı adam dikkatimi çekiyor. Pek gözüm tutmadı. Annem masada duran gazeteye göz atıyor. Deniz çarşaf gibi, ufka dalıyorum.

Yıldız’ın sesiyle irkildim. İki anne kadın, sohbeti bıraktıkları yerden sürdürüyor, kulak kabartıyorum, konu çocuklar. Umay evde oynadığı oyunları, Yıldız okuduğu çocuk kitaplarını anlatıyor. Bıraksan sabaha kadar konuşurlar. Daha beslenmesi, uykusu…

Annemin, fırlayıveren Ay! nidasıyla bakışlarımız ona çevriliyor; Hiç sevmem, sırnaşık mahlukat. Masanın altından çıkan uzun siyah kuyruğun sahibi, yavaşça uzaklaşıyor. Demir de birkaç masa uzakta sahile yakın toprakla oynuyor. Ona dalmışken, Altay yanımda bitiyor: Valla bırakmam, akşam da birlikteyiz.

Umay’ın sinyalleriyle kalkmak istiyoruz ama o kadar çok ısrar ediyorlar ki… Her şey hazır kanka. Kırmak istemiyorum. Daha karpuz keseceğiz. Siz rahatınıza bakın, bir iki ufak iş, deyip yine ayrılıyor. Uzaklaşırken ekliyor,  Yemekte muhabbete devam, aynı eski günlerdeki gibi… Kayıp yedi yüz otuz günü saymazsak.

Ötede, tam karşımızda denize nazır masa bizim için hazırlanıyor. Bembeyaz örtünün üzerine kocaman bir sini iniyor, içindeki zeytinyağlılar özenle masaya yerleştiriliyor. Kabak çiçeği dolması, deniz börülcesi, enginar, nuraniye… Porselen tabak ve metal kaşık bıçakların pek de melodik olmayan sesi uzanıyor kulağımıza. Mutfağın kokusu dalga dalga burnuma ulaşıyor. Çeşnili bir koku… Derya kuzuları da mangala yerleşiyor. Allah be!

Aniden Yıldız’da bir huzursuzluk hali baş gösteriyor; Demir’i gördünüz mü? Biraz evvel ilerideki masanın yanındaydı. Kaşla göz arasında nereye gitti bu çocuk. Önce göz göze geliyoruz Yıldız’la… Sonra etrafta gözlerimizi panoramik gezdiriyoruz. Toprakla oynadığı alan bomboş. Yeşil bir kürekle, kırmızı tırmık gelişigüzel duruyor. Çocuktan ses çıkmıyorsa hikmeti ya da zilleti çıkar yakında; kim diyor bunu. Yıldız’ın gözleri bulanık. Çoktan fırlamış ayağa.

Ama kardeşi Ayşe elinde boş tepsi tempolu adımlarla yanımıza geliyor. Aile iş başında ama onun derdi başka: Hani şu iki gün önce yerleşenler, ne kadar tuhaf…

“Demir kayıp!”

“Demir mi kayıp? Telaşlanma, nereye gidecek abla, buradadır, kendine kuytu köşe bulmuştur. Annemle mutfakta olmasın? Gidip bakayım, en sevdiği yer, tencere tava ne bulduysa indirmiştir. Babam da yok ortalıkta, belki dede torun denize taş fırlatıyorlar. Kesin ya anneannenin yanında ya da oyuncu dedeyle.”

Yıldız bir anda uçarcasına aramızdan ayrılıyor. Biz de telaşla dört bir yana dağılıyoruz. Ben deniz kıyısına yöneliyorum. Umay, çadırların olduğu tarafa gidiyor. Ayşe, tuvaletlere doğru koşuyor.

Apollon’un her yanından aynı ses yükseliyor. Demir, Demir, Demir! Demir, nerdesin? Müşteri gruplar da seferber oluyor. Sanki koca bir sis bulutunun içinde hapsolduk.

Altay, Yak kanka, diyor. Elleri çakmağın alevi gibi titrek, sigarayı uzatıyor. Çakmakla sigarayı güçlükle buluşturuyorum. Sonra, derin bir nefes çekiyorum. Derin bir nefes daha. Ciğerlerime aldığım duman iki dakika zihnimi körleştiriyor. Arafta kaldığım iki yıl gibi.

Tadımız fena kaçıyor. Arayış, arayış ama sonuç yok…

Hava karardı. Kampta olmadığı kesin artık, iğne deliğine varıncaya kadar aramışız çünkü. Altay ve Yıldız cep telefonundan en yakın polis karakolunu ararken konuşmayı çok yakınımızdan gelen bir ambulansın sireni kesiyor. Yürekleri dağlayan o gıcık ses dalgası. Midem karıncalanıyor.

Yıldız’la gözlerimiz bir kez daha buluşuyor. Ruhsuz kaçamak bir bakış. Derin bir sızı yüreğimi burkuyor. Hep birlikte fırlıyoruz.

Kâbusu yeniden mi yaşıyorum yoksa ben?

Tam yedi yüz otuz gün sonra? Aman Allahım!

Ocak/Şubat, 2020/2021

Eskişehir