ROMAN: İclal Nur; Aslankara’dan “Bin Yüz Bir Giz” 

Aslankara’dan “Bin Yüz Bir Giz”  

İclâl Nur

M.Sadık Aslankara’nın tiyatroya özgülediği  “üçleme”sinin ilk kitabıdır  “Bin Yüz Bir Giz”,  ardından “Cicoz” ve  “Şano” gelecektir.

Nısılamzay Namor Rib… Nereden bakmalı şimdi bu yazıya? Otobüste bunların yazılı olduğu cam yürür. Kim yazacak romanı?  Yazar soruyor.  Okur olarak biliyorum, hep birlikte yazacağız. Köylü, kentli, siz, ben…

Belediye nasıl genelevle, mezarlıkla ilgileniyorsa, sinema tiyatro gibi kültürel ihtiyaçlarla ilgilenmek zorundadır diyerek yola çıkan bir başkan… Evet, herkes, halkımız tiyatroya layıktır.  Ama bedeli vardır her şeyin. “İnsanlar seni, tiyatro salonu yapman için mi belediye başkanlığına oturttu sanıyorsun a yavrum?”

Binlerce yıl önce yapılmış antik tiyatronun tuvaleti vardır, ama bugün hıdrellez için toplanılan yerin yoktur. Ne büyük uçurum. “Her insan kendine layık bir kent kurar; her kent de kendine layık insanı yaratır!”

Alnına bir parmak kurban kanı sürülen Zarif Bey mazbatasını almak için evden ayrılırken,  karısı ardından ip gibi olmuş gözleriyle bakar. Saçlar hep tazedir ama; ne yıkanmış ne yatılmış ne okşanmıştır. Yazar, başkanlık yolunda kadın emeğini böylesine kısa ve kocaman anlatır.

Yavaş yavaş roman kahramanlarıyla tanışmaya başlarız.  Belediyeye sanat danışmanı olarak yola çıkana,  başka bir kahraman kafa tutar, nihilist nihilist konuşur. Karakter, yazsın mı onunla mı uğraşsın bilemez… Ama roman otobüste yazılmaya başlanmıştır ve otobüs yoluna hep devam edecektir.

Namaz sonrası cemaatler yarışır deve, dana kurban etmekte… Herkes bu yarışta payını kapabilir mi, bilinmez… Sibel yani Saybıl belediyede sağ koludur Zarif Beyin. Saçı bazen kent itfaiyesinin döner lambası gibi parlasa da. Kentin dokusunu, insanını yavaş yavaş açar yazar. Mesela komşu kadınların, divanların üstüne çıkıp ayaklarını altına alarak koca kıçlarıyla bir bohça gibi yayılmış olduklarını ve dedikodunun her yeri sardığını…

“Gelir gelmez de tiyatro açacağım, demiş… Kara yerlere giresice! Açılmadık bir orası kaldıydı; aç aç, onu da aç bakalım! Anasının donu da sanki, töbe töbe…” Öyle ya, başlarına taş yağma olasılığı da oracıkta durmaktadır her daim.  Partililer, meclis üyeleri ise, sütleğenlerden bahar damlayan bir günde başkana destek olma kararı almış. Peki, öyle ya da böyle bunun karşılığı var mıdır? Diyalog ustası yazarımız, bu bedelle canımızı yakar. Otobüs yoluna devam…

Hayatta ya tiyatrocu olursunuz ya da köfteci… Yüreği tiyatro için çırpınan Muammer gibi.  Şehrin ileri gelenleri, başkaları kapmasın, buz gibi senin hakkındır bu tiyatro der Köfteci Muammer’e.  Peki, Köfteci inanır mı bütün bunlara…

Yazar ve bir otobüs dolusu insan, hepsi birden yerinde kımıldayıp hafifçe kalkar gibi yaparak kıçlarını havalandırır, mola…

Toy Belediye Başkanı, sevdiği kentinde verdiği sözleri nasıl tutacak peki? Çevresine örülen duvarları nasıl aşacak, okudukça açılır. Kültürler, kalıcı eserlerle geleceğe kalır, bunu bilir başkan. Gezici kütüphane, bir açık bir kapalı tiyatro. Güvendikleriyle yapmalıdır bu işleri, evine üç metre kitap alan adamlardır belki de güvendikleri. Protokolde oturma sevdalıları da olabilir tabii.

 

Sırası gelmişken, otobüs yoldadır, hep kendi yolunu döşemektedir roman yazılırken. Ancak cama bilindik organların isimlerini yazanlar da vardır ve paylarına düşen övgülü, sızılı gülmelerle…

Yazar tarafsızdır, kahramanlarına eşit uzaklıktadır. Sadece tiyatro ayrıcalıklıdır onun için. Vefa borcunu, üçlemenin her kitabında olduğu gibi yine şal yapıp omuzlarımıza bırakır. Sanat, umutsuzluk hastalığının ilacıdır. Söylemeden yapar bunları söz ustası Sadık Aslankara. Uzun uzun anlatmaz, gösterir.

Ne çok düşünülecek insanlık hali vardır memlekette? Türk erkekleri mesela, sevişmeyi bilir mi?  Ya da ihale verdiğin adamlara, kızını sermaye katmadan ortak edersen senden ne isterler, ne koparırlar; bütün bunlara uzun uzun şahit oluruz kitabın büyülü, ironik satırlarında…

Hacısı, hocası, arkasından dolap çevireni; Arap Hafız’da, Kör Remzi’de can bulur.  Ölü yıkamaktan elleri ağaran Kör Remzi ile… Anlatılan öylesine görsel büyüdür ki bütün karakterleri bir sahnede izliyormuş hissine kapılır insan kimi zaman.  Sorgular Ustam, tiyatro ne işe yarar?

Belediye Reisi, yanında Saybıl Sibel’le koşturur, ne Hıdrellez kalır kutlanmadık ne gidilmedik Erodikya.  Bu kentin insanı, neden kendini kentin sahibi kılmaz, kılmalı mıdır; uzun uzun bir masal tadında anlatır Usta. Tiyatro özelinde sanki bütün sorunlarımıza ışık tutar satırlar. Neden, niçin soruları kendiliğinden sökün eder… Ama bunu gitmekte olan otobüste yazmasını istediği, yazar rolünü verdiği adama yaptırır. Onlar ara ara birbirlerine sataşırlar. Sanat Yönetmeni yazara, yazar onlara ve bize, oyuncu ise hepimize… Karışık gibi gelebilir ama değildir. Bu ilginç kurgu, kitabın sonuna kadar ayrı bir bölüm olarak kendini keyifle okutur.

Kentte yıllardır tiyatro yapmaya çalışan Köfteci Muammer ve gençler sevinç içindedir. Bu tiyatrolarla yetenekleri sınanacak, antik tiyatroyla aralarındaki iki bin küsur yıllık uçurumu kapatmak için bu fırsatı değerlendireceklerdir.  Otobüs gitmektedir. Roman yolcu koltuğunda yazılmaktadır ve işler kızışmaya başlamıştır artık.

Hadi oradan pezevenk! Köylüden tiyatrocu mu olur?  Çoluk çocuğu lanetler yağdırsa da o tiyatroyla evlidir,  evet Köfteci Muammer tiyatrocudur, bakalım bu işi açılışa kadar bir oyun sahneye koyarak kotarabilecek mi?  Daha önceki oyunların müsamere ayarında ve uyku yapıcı olduğu düşünülürse…

Ama Usta; yazara, “Sizi zibidiler sizi! Sizin tiyatro bilginiz, tiyatro görgünüz nereden geliyor? Haa? Türk tiyatrosunu siz, müsamerelerinizden ibaret mi sanıyorsunuz?” dedirtir, iş ciddidir. Nısılamzay Namor Rib’i yazan adamın roman kahramanı çok sinirlenmiştir: “ İbne, o rol öyle mi oynanır? Alırım şimdi ayağımın altına!” Peki bu rol başka nasıl oynanır Ustam?

Oyunculuğa öykünen iki aşığa hiç, “Eğer siz karnınızı doyurma olanağından yoksun kalırsanız, sevgiye yer ayırabilir misiniz ilişkinizde?” sorulur mu, sorulsa da onu onlar anlar mı, akılları fikirleri sarılmadayken… Herkes bir tarafa çekmeye çalışır tiyatro için çırpınan çocukları. Murat’la Naciye, Sosyal Güvenlik Uzmanı pek muhterem Kerim Beyin ellerine tutuşturduğu paketle kalakalmıştır.   Paket büyür büyür de kocaman olur Murat’ın elinde… Yeter ki Köfteciyle çalışmasınlar gençler, yeter ki…

İşadamları, Sanayiciler ve Bankacılar Lokalde, etten önce höpür höpür çorba içerler. Kentin tek ihtiyacı tiyatro mudur sanki… Ama eser kazandırmak da önemlidir, desteklerler başkanı.

Patlıcan, biber kızartmalarıyla çocuk bezi kokularının harmanlandığı yaz günleri; sapsarı, sımsıcak ve kusursuz anlatılır. Ve kadınlar, götlüklerini kapıp sokağa taştıkları bu günlerde artık hem nikâh salonu hem sahne olacak binanın adını koyarlar. Kubbeli kerhane!

Şiir olmadan olur mu hiç? Şiir, damarlarında esen rüzgârı, deli tayıdır insanın. Dörtnala, hüznün doruklarında…

 

Tiyatroların açılışına tam bir yıl vardır. Geçmişte bu işe gönül vermiş onca tiyatrocu vardır kentte ama başkan; gerekirse hoca, gerekirse konservatuar gerekirse kadro demekte. İstanbul’daki saygın bir tiyatronun yöneticilerinden yardım beklemektedir.  Kendilerini olduğundan daha önemli gösterme çabasındaki bu insanlar, karamsar tablolar çizer ama yine de…

İnşaat sürdükçe gerilim artar. Muhalifler politik görüşlerini tiyatrocu gençleri öne sürerek söyler, yazarlar. Başlıkları: Arabesk Belediyenin Arabesk Tiyatrosu’dur.

Kentin bütün kesimlerine, insanların hayatlarına, kaçamayacakları bir fener tutar yazarımız, süren sayfalar boyu. Küçük insanlar, küçük çıkarlar ve kısır yaşamlar.  Fırsatını bulduklarında birbiri üzerine çullanmalar, büyük unvanlarının arkasına sakladıkları zavallı taşralılık… Her şeyi görür Usta. Sanki onca karakter, onca kent onun gözleri için var olmuştur.

Punduna getirip arkadaşının sırtını yere getiren biri şöyle der: “Morarttım mı şimdi kıtıpiyos ibne! Mart karı yağdırdım mı ananın asma yaprağına?”  Ne bir eksik ne bir fazladır diyaloglar, tam da taşra kültürüdür.

Neden altın yüzük takmamalıdır erkek denilen, biliyor muyuz? Hocalar bilir.

Eksiği noksanı olsa da inşaatlar neredeyse bitmiş, açılış yaklaşmıştır.  Bütün eski tiyatrocular kendilerini kanıtlama peşinde art arda provalar yapmaktadır. Oyun iki kişilik olsa da, gün yanığı yapraklar yerlere serpiştirilmiş olsa da, oyunu sahneye koymak için büyük bir kadroya ihtiyaç vardır. Çok çalışmalı, gece gündüz çalışılmalıdır ki…

Oyunlar mı aşka dönüşür, aşk mı oyundur, zaman içinde bir bir anlaşılır.  Roman kahramanları artık iyiden iyiye kapışmaya başlarlar giden otobüste…   Ama sevişmeler de vardır pek insanca. Oluş bitiş değil yeni bir kavrayış; sürecin yeniden başlamasıdır. Yeniden yeniden işleyecektir bundan böyle süreç. Tezi, antitezi, sentezi hep sevişme olan zincirleme bir geçiştir bu. Freud bile sanatı tarif eder sanatçıyı ve onun cinsel sapkınlığının sanatına katkısını. Jung ve Horney birer satır da olsa yaşarlar bölümlerde, girer çıkarlar zaman zaman. Güç, saygınlık, zenginlik, sanat…

Patır patır gülen, gürp gürp rakı içenlerdir tiyatro için didinenler. Köfteci arkasını döndüğünde ya kimseyi bulamazsa, kaygılıdır. İşte o zaman neler neler… Peki tiyatro binasının tam karşısına ne kondurulmuştur. İşte düğüm buradadır. Olmazsa olmayacak olan.  Cehalet; en ufak bir iyileşme göstermeksizin, yüzyıllardır bu topraklarda sürer gider…

Tanıtım ve basın açıklaması günü gelir. Başkan ahir ömrünün nadir çiçeği Zinnur Hanımı bir yanına, Saybıl Sibel’i öbür yanına alarak ve herkes her şeyi bilerek…

Otobüs yoldadır hâlâ… Ama yazar, nihilist yazarı susturamaz artık.  Ağız dolusu gülünen çok gerçek diyaloglarla kavga parmak ısırtır bu bölümlerde. Usta, okuyanı şaşırtma ustasıdır aynı zamanda.

19 Mayısta sahnelenecek oyunun provaları sürmektedir. Bayılana kadar çalışır emekçiler. Ama sonra…

 

Dolup taşan donanımı, gözlem gücü, gülümseten masal dili için Aslankara Usta’ya ve tiyatroya saygıyla…

_________

Aslankara, Sadık, Bin Yüz Bir Giz, Roman,1.Basım Ümit Yayıncılık, 1993, Can Yayınları, 2013

 

(Yukarıdaki yazı, Lacivert dergisinin Mart Nisan 2019 tarihli 88. sayısından alınmış, yazarının ve derginin hoşgörüsüne sığınılarak aktarılmıştır.)